Farkındalık Yaşamak Ve Hayatımızı Nasıl Yaratırız!
Bilun Altunlu Armağan
Yaşamınızdaki başarıyı ve mutluluğu sizin düşündüğünüz gibi zekâ, para, güzellik, cazibe, beceri, yetenek vs. gibi kaynaklarınız belirlemez. Sadece sizin inançlarınız; kendiniz ile ilgili ve olabileceklerle ilgili inançlarınız belirler. İşte zihninizdeki sınırlar bunlardır. Sınırlayıcı inançlarınız ikiye ayrılır: bilinçli olanlar ve tamamen bilinçaltına yerleşmiş olanlar. Lakin bilinçli olanların farkındayızdır. Örneğin yeni bir işe başlarken bazı inançları geliştirebiliriz : “Biraz gerginim, hafifçe korkuyorum, başaramayabilirim” gibi. Bu ve benzeri şeyleri söyler ama bunlarla baş edebilecek ve bize güç verebilecek cümleler söyleyerek kendimizi daha iyi hissettirir ve yolumuza devam eder veya etmeme kararı alırız.
Ancak önemli olan tamamen bilinçaltına yerleşmiş olup da bizim bilmediklerimiz asıl bizim hayatımızı ve oluşturabileceklerimizi belirler. Bunlar bizim için kör nokta gibidir, hiçbir şekilde bizde olduğunu fark edemediğimiz düşüncelerden oluşurlar. Bazen hayattan beklediklerimiz ve elde etmek istediklerimiz vardır. Bazı koşullarımızı değiştirmek isteriz. Bunun için her türlü yolu dener veya bize söylenenleri yaparız ama yine de “finish” çizgisine varamayız. Tam o istediklerimizi bu sefer gerçekleştirecek ken bir el bizi tutuyormuş gibi olur. Görünmez bir şekilde bir ağırlık ve tuhaflıklar zinciri oluşur ve her şey sanki duvara toslar. Bunlar bizi bazen yitik, umutsuz, kızgın ve bıkkın hale getirir ve ne oldu da böyle olduğunu anlayamayız. Çoğunlukla bizim toplumumuzda kader, kısmet değilmiş, demek ki en doğrusu bu diyerek razı olmaya çalışırız ya da üzerinde durmamayı seçeriz. Ama gerçekte bilinçaltımızda yerleşmiş, duvar kadar sağlam sınırlayıcı temel inançlarımız yaratmak istediklerimize keskin bir sınır çizmiştir.
Bu sınırlayıcı bilinç dışındaki inançlar nereden gelmiştir? Beynimizin çalışma frekansının hipnoz frekansı da diyebileceğimiz “theta” frekansında olduğu 0-7 yaş arasında tüm tohumlar ekilmiştir. Kişinin büyüme aşamasında ise bu inançların etkileri ile oluşturduğu benzer düşüncelerin defalarca tekrarı ile pekişir. Ve bu zihin programı veya zihin sınırları bizim hayatımızı yönetir. Bu programa “paradigma” adı da verilebilir.
YARATICILIĞINIZIN ÖNÜNDEKİ VE ÖNEMLİ ENGEL BİLİNÇALTI BENLİĞİNİZDİR.
Zihnimizin Sınırlarını Nasıl Değiştirmenin Yolları
Paradigmalarımıza yerleşmiş inançları nasıl fark ederiz? Öncelikle kendiniz sorun hangi alanda sıkıntı veya tatminsizlik yaşıyorsunuz?
· Para ve bolluk
· İş ve kariyer mi? Veya
· Aşk ilişkileri
· Sağlık ve beden şekli mi?
Önce alanlarınızı belirleyin ve o alanda neleri farklılaştırmak, yeni neyi yaratmak isterdiniz alt alta yazın. Sonra bunları neden yapamadığınız ile ilgili en az “5” cümle kurun. Yapamıyorum çünkü……………………………………………………………………………………………………………………… Noktalı yerleri doldurun. İşte bu yazdıklarınız sizin bilinçli sınırlayıcı inançlarınızdır. En önemli tarafı bu yazdıklarınızın gerçekte benliğinizi sınırlayan bilinçaltı programınızın yani paradigmanızın semptomları olmasıdır.. Tıpkı baş ağrısının semptom (belirti) olup da, ana nedeninin bambaşka bir yerinizdeki problem olması gibi…
Çeşitli bilinçaltı benlik sınırlayıcı inançlar vardır. Örneğin: “Ben yetersizim, başaramam.” ”Ben kendime güvenemem”, “Ben önemsiz ve değersizim”, “Beni kimse sevmez” … gibi. Ancak bu kişiden kişiye, kişinin karmalarına göre çok farklılaşabilir. O noktada bir profesyonel tarafından analiz edilmelidir.
Anne karnı yaşantımızdan beri bilinçaltı zihnimize yerleşen paradigmalarımız bizim kendimizi ve yaşamı algılamamızı sağlayan bilgi işleme yollarımızı belirler. Zihnimize saniyede milyonlarca veri gelir, bilincimiz bunun ancak 2000’ini işler geri kalan bilinçaltı zihin tarafından algılanır ama biz bunu fark edemeyiz. Ancak “ana programımız” bize ne mesaj veriyorsa yani hangi temel duygu bizde yerleşikse, sürekli bu duyguya ahenkli bir şekilde kendimizi ve dünyamızı algılarız. Bunu tam olarak fark etmek, asıl farkındalığı deneyimlememizi sağlar.
Kısaca biz bilgiyi işleyip yansıtırken bize yansıyanları da aynı doğrultuda algılarken, müthiş bir yansıma yani projeksiyon ortamı oluşur. Bu durum sanki AYNAYA bakmak gibidir. Bu şekilde hayatımızdaki herkes her durum ve olay bize bizi yansıtır, bizde aynı şekilde yansırız.
Örneğin; Her sabah aynaya baktığında ve görüyorsun? Neşeli mutlu bir yüz mü? Yoksa üzüntülü ve sıkkın bir yüz mü? Aynadan yansıyan hoşuna gitmediğinde bakmak istemiyorsun değil mi? Aynada hoşuna giden bedensel özelliklerin veya hoşuna gitmeyenler hepsi sana seni gösterir değil mi? Çevren bakmak aynaya bakmak gibidir. Aynada iyi, kötü, beğendiğin, beğenmediğin sana görünür. Kendi hayatında da aynı şeyler olur, yaşamına çektiğin insanlar sana senin bir tarafını yansıtır. Her gün yüksek bilincin sana seni göstermek için durumlar yaratır. Bu yansıyanların içinde paradigmalarının mesajlarını görebilirsin.
Çevrende ne görüyorsun? Beraber yaşadığın insanları nasıl görüyorsun? Yoldaki insanların hangi taraflarına bakıyorsun? Unutma gözün neyi görürse o senin bir yansımandır. Bu teoriye hatırlayarak günde birkaç dakika geçirmek bile hayatında değişikliklere yol açabilir.
AYNA’YA BAKMAK
Bilun Altunlu Armağan
Sizin yaşamınız oluşan olaylar ve hayatınızda olan kişiler sizin aynadaki bir parçanızı temsil ederler.Özellikle, gördüğünüzde sizi rahatsız eden size kendiniz hakkında en fazla şeyi öğretecek olanlardır. Çevreniz bu bakış açısı altında algılamaya başlarsanız ( evet bu bakış açısını kabul etmek işin en zor kısmıdır) ve bunu kalbinizde hissettiğinizde sanki orada bir kapı aralanır. Bu noktada alnınızın ortasında özellikle pineal bezi’nin orada enerji yoğunluğu oluşur ve zihninize ışığın dolduğunu hissedersiniz. İşte o an aydınlanma anıdır. Bunu deneyimleyebilmek farkındalığını ve yeni sizi yaratmanız için bir adımdır. Örneğin çevrenizde sizi rahatsız eden özellikleri olan kişilere bakın, özellikle her gördüğünüzde sizde olumsuz duygular oluşmasına sebep oluyorlarsa ; kendinize sormalısınız ‘’Ondaki bu durum benim kendim ile ilgili hangi olumsuz inancımı ortaya çıkartıyor? ‘’Bize olumsuz duygular yaşatan her bir kişi veya durum , bizim o noktada bilinçaltı paradigmalarımıza yerleşmiş olan kendimize ait kimsenin bilmediği ve fark etmediği olumsuz inançlarımızı tetikler.Bu inançlar çocukluk yaşantımızda başımıza gelenlerle sürekli karşılaştığımız anne- baba tutumları ile oluşup, pekiştirilen kendimiz ile ilgili mantıksız düşüncelerimizdir. Bunların paradigma’ya dönüşmesine, sürekli tekrarlanan benzer olay ve tutumlarla büyümek veya yoğun duyguların bir anda hissedildiği travma yaşamak, sebep olur. Artık zihnimize yerleşen bu olumsuz düşünceler bizim yaşamı ve çevremizi nasıl gördüğümüzü yani AYNA’ya nasıl bakıp da anlamlandırdığımızı , değerlendirdiğimizi belirler. Bunlar genelde ;
· Ben yeterince iyi değilim.
· Kendime güvenemem.
· Ben layık değilim.
· Ben başaramam.
· Ben beceriksizim.
· Ben hak etmiyorum.
· Ben sevilmem.
· Ben tembelim.
· Ben ezilirim.
· Ben kontrol etmeliyim.
· Ben suçluyum.
Ve buna benzer daha niceleri biz insanların bebeklik , hatta çocukluk yaşantılarında oluşan, koşullarla baş ederken geliştirip bilinçaltına bastırdıklarımızdır. Hatta bazıları , ruhsal karmalarımızda yer almış, doğmadan, implisit hafızamızda bizimle getirdiklerimiz olabilirler. Ruhsal karmalarımız bizim geçmiş yaşam deneyimlerimizden bize kalan olumsuz düşünce ve son dakkikalarımızda yaşadığımız duygularımızdır. Tüm bu olumsuz inançlarımızın çevremizde gördüklerimizle tetiklenmesi de, bizim bunları fark edip üzerinde çalışmamız içindir. Yaşamdan bir örnek verecek olursak diyelim ki çevreniz de kontrolsüzce sigara içen birisinden aşırı rahatsızlık duyuyorsunuz. Önce sizi ne rahatsız ediyor? Sigara kokusu ve dumanı mı? Yoksa onun kontrolsüz veya iradesiz davranışı mı? Bu durum belki de sizin o’na yargılayarak bakmanıza sebep oluyor. Peki kendiniz ile ilgili olumsuz ne düşündürüyor ? ‘’Ben kontrolü bırakamam ‘’ VEYA ‘’O’na bir şey olursa ben tek başıma yapamam’’YA DA’’ Benim dediğim olmalı, ben sürekli onaylanmalıyım. ‘’Olabilir mi ? Bu fark ettiğiniz olumsuz inançlarınızın nasıl başladığını sorun kendinize. Belki anneniz sizden her şeyi kontrol altında tutmanızı istedi ve siz O’nun tarafından sevilmek adına hayatı sürekli kontrol etmeyi öğrendiniz veya geçmişte ancak kontrolsüzce yaptığınız bir hata yüzünden anneniz sizi cezalandırdı. Bundan dolayı sizde kontrolü olmayan kişilere karşı kızgınlık yaşayabilirsiniz. Ayrıca kimsenin bilmediği ve görmediği anda sizde hayatınızın bir alanında kontrolsüzce davranıyor olabilirsiniz. Belki de fazlaca yemek yiyorsunuz ya da alışveriş yapıyorsunuz ? Gördüğünüz gibi mesele yanımızdakiler ve onların yaptıkları değildir , mesele daima bizimle ilgilidir.
Devam etmek üzere...
Ayna’ya Bakmak II.
Çevremize nasıl baktığımız kendimize nasıl baktığımız ile çok ilgilidir. Kendimizde bilinçli, bilinçsiz neleri görüyorsak, çevremizde de onları görmeyi seçeriz. Bu fark etmeden yaptığımız ve geliştirdiğimiz bakış açılarımızdır. Eğer kendilik fikrimiz olumsuz ve eksiklikleri görmek üzerine kurulu ise, diğer her şeyi de bu bakış açısından görmeyi seçeriz. Daha önce yazdığım gibi paradigmalarımızın doğrultusunda gelişen bilgi işleme yollarımız (neuropathways) bize neyi görüp, neyi görmeme konusunda sürekli rehberlik eder. Örneğin doğaya bakın, gözünüze ilk neler çarpıyor? Çamur, ölü yapraklar, böcek ve solucanlar onların sizin hoşunuza gitmediği mi? Yoksa doğanın bize sunduğu her bir şeydeki (çamur vs. dâhil) güzellikler mi? Sokağa çıktığınızda, gözünüz karışıklık, düzensizlik veya kirli olana mı takılıyor? Yoksa güzellikleri (güzel bir mağaza, sokağın başındaki ağaç ve o anda dama konmuş bir serçe gibi) mi görüyor? Neyi görmeyi ve nasıl görmeyi seçiyorsanız, bilin ki kendinize ve diğerlerine de aynı şekilde bakıyorsunuz. Böylece hayatınızı oluşturuyorsunuz. Her baktığınızda güzellikleri görebilmek sizin gerçek gücünüzdür. Beş duyumuz ile algıladığımız her şey bizim bilinçli/bilinçsiz zihnimizi besler. Bütün gördüklerimiz okuduklarımız bizim zihnimizin besinidir. Bu noktada karar verecek olan sizsiniz; zihin gıdanız besleyici mi olmalı, yoksa hastalıklı mı?
Güzellikleri görmek bir sanat gibidir. Bu amaçla çevremize bakmayı seçebilir ve bunun eğlenceli bir oyuna dönüştürebilirsiniz. Üstelik gözümüzün gördüğü her şey bilinçaltı zihnimize yerleşir ve bilinçaltı zihnimiz sadece bizim duygu ve otomatik düşüncelerimizi değil hayatımızı oluşturacak kadar güçlüdür. Baktığınız, okuduğunuz her şeyde olumluya odaklanın ve hatta olumsuz resim, görüntüler (film, televizyon)dan kaçının. Bilinçaltı zihin detox’u yapın. Sosyal vicdanımızı, kolektif bilincimizi rahatsız eden görüntüleri zihninize kaydetmeyin, çünkü tüm bu imgeler hayatınızı oluşturan güçlerdir.
İmajinasyon (imgeleme) egzersizleri işinize yarayabilir. Yaşamınızda ve sizde gerçekleşmesini istediğiniz durumları zihin gözünüzde canlandırın. Boşuna iyi gitmeyen ve eksik olan şeylerle zihninizi doldurmayın. Aklınıza olumsuzluklar geldiğinde bunun yerine neyin olmasını istediniz bunu zihninizde canlandırın. Bunların gerçekleşebileceğine inanmayı deneyin. Hatta bu canlandırmalar esnasında, hayallerinizi desteklemek için o durumun sizde yaratabileceği duyguları deneyimleyin. Tüm bedeninize o olumlu duyguların enerjilerini hissettirin. Sonra bunların hangi duygular olduğunu yazın. Örneğin: Neşe, sakinlik, huzur, dinamizm, rahatlık, güven vs……. Bu kelimeleri kullanarak kendinize olumlamalar hazırlayabilirsiniz ve gün içinde bunları kendinize hatırlatabilirsiniz. Örneğin: Ben neşeliyim, ben sakin ve huzurluyum, ben güvendeyim, ben rahatım-içim rahat ben dinamik ve hareketliyim gibi… Bu cümleleri her tekrarladığınızda zihninize o olumlu imgeler gelecektir. Böylece tüm bu oluşmasını istediklerinizi yaratma şansınız artacaktır.
Bunların işe yarayamayacağını ve size hikâye gibi geldiğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Bu bizim yaşamımızı yaratabilme gücümüzün sadece bir parçasıdır.
Psikodramanın yaratıcısı J.L Moreno’nun dediği gibi biz hepimiz Tanrı’nın co-creator (yaratıcılık asistanı) ‘larıyız. Her daim güzellikleri görün.
Sevgiyle Kalın…
FARKINDALIK YOLUNDA ‘’ İŞİTTİKLERİMİZ VE DİNLEDİKLERİMİZ ‘’
İşitme duyumuz bize kendimizi fark etmek yolunda önemli bir etkendir. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki insanların bir çoğu işittiklerinin ancak %10’u dinliyor. Yani bize önemli gelen ve işimize yarayacağını düşündüklerimizi dinliyoruz. Ya da bize anlamlı gelen , bizde olumlu / olumsuz duygular yaratan sesleri , sözcükleri dinliyoruz. Genelde modern toplum olumluyu duymaya pek alışkın olmayabilir. California’ da sadece iyi haberleri veren bir radyo üç gün içinde kapanmıştır.
Şimdi yaşamınızda ne kadar sevgi’yi işitiyorsunuz ? Ya da işittiklerinizde sevgiyi duyuyor mu.. ? Yoksa çevrenizdekilerin eleştiri , yargı , yalan veya iki yüzlü sözlerine mi daha çok maruz kalıyorsunuz ? Eğer bilinç dışından , otomatik olarak kendimiz ile ilgili irrasyonel ama bir o kadar da gerçek olumsuz inançlarımız / düşüncelerimiz zihnimizde daha baskınsa ; o zaman yakın çevremizdekilerden benzer yargı ve eleştirileri duyabiliriz . Ya da her gün işittiğimiz bize söylenen belirti söylemleri fark edebiliriz. Bu tür yorumlar veya tespitler genelde ya çok yakınlarımızdan veya sürekli vakit geçirdiğimiz iş arkadaşlarımızdan çevremizden gelebilir. Bu söylemler bizim kendimiz hakkında bilinçaltında yerleşmiş paradigmalarımız yani düşüncelerimizin bir yansıması gibidir. Bunların çoğunun farkındalığında olmadığımızdan bize benzerleri söylendiğinde can sıkıcı veya rahatsız edici gelebilir.
Bize söylenenleri hangi yönde algıladığımız yani içindeki sevgiyi işitip , işitmediğimiz önemlidir. Bazen de bizim hakkımızda bize gerçekler söylenir , bunu duyabilmek , kabul edebilmek pek kolay olmayabilir. Ancak bunu duyabildiğimizde belki harekete geçebilir ve kendimizde bazı değişiklikleri yapabiliriz. Öncelikle işittiklerinizi gözden geçirdiğinizde en çok hangi söylemin tekrarlandığını fark ediyorsunuz?
Bunu ciddiye alıp , almadığınıza bakın. Eğer sürekli tekrarlandığı halde yeterince ilgilenmiyorsanız demek ki gerçekten dinlemeniz gerekiyor olabilir. Ancak bize söylenenlerin arkasındaki niyeti algılayabilirsek o zaman sevgiyi ve düşmanlığı sezebiliriz. Bu durumda empati kurabilmek bize işittiklerimizin gerçek değerini anlamamızı sağlar. Toltek Bilgeliği ( Kadim Meksika Yerli Felsefesi ) der ki sizin ile ilgili söyleneni kişiselleştirmeyin . Hatta bu sözcüklerin söyleyen kişi ilgili olduğunu bilin ve kendinizin dışında tutmayı başardığınızda incinme / kırılma korkularınızın üstesinden gelebilirsiniz .Örneğin sizin o’nu kırdığınızı veya kızdırdığınızı söyleyen birisini düşünün. Anlamalısınız ki o’nu kızdıran / kıran siz değilsiniz , sadece on’daki bir yaraya parmak basmışsınızdır.
Eğer o’nun söyledikleri sizde olumsuz duygular uyandırmışsa , bilin ki sizin orada bir hassasiyetiniz veya güçsüzlüğünüz var. Bu da kendi bilinçaltı paradigma ( inanç / düşünce / karar / travma vs.)larınızın sizde bıraktığı izler yüzünden oluşmaktadır.
Tüm eleştiri ve yargılamaları kişisel algılarsanız , sürekli haklı çıkmaya , onaylanmaya ve sevilmeye ihtiyaç duyarız . Bu durum sizi diğerlerinin tutumlarına bağımlı kılar.Size söylenen olumsuz sözcükleri kişiselleştirmeden duyabilirseniz o zaman bunların saldırgan olanlarını veya gerçek duymanız gerekeni daha iyi ayırt edebilirsiniz. Bazılarının arkasında yatan ‘’ sevgiyi ‘’ duyabilirsiniz. Böylece her söylenende sevgiyi duymaya başlarsınız . Kısacası işittiklerimizin arasından duymayı seçtiklerimiz yani bizde bir duygu uyandıran , dikkatimizi çeken tüm sözcükler bize bizi anlatırlar.
İşittiklerimizin arasından sevgiyi , saygıyı ve güzellikleri duymayı seçebiliriz. Bu gerçekten bizim elimizdedir ancak kendimizi olduğu gibi kabul edip sevebilmeyi başarırsak…………
KENDİNE SEVGİ
İnsanın kendini sevmesi, kendini beğenmişlik , kibirlik veya bencillik demek değildir , etrafındaki her şeye ve herkese değer verme yeteneğinin başlangıç noktasıdır. Bu gücünüzü aynaya bakarak kendinize hatırlatın ; kendinizi sevdiğinizi ve takdir ettiğinizi tekrarlayın. Hatalarınıza yoğunlaşmaktan vazgeçin ve onlardan ders alın ama iyi özelliklerinizi farkına varmaya başlayın. Sevgi , güçlü ve çarpıcı bir titreşim yayar. Kendinize olumlu yönlerinizi hatırlatıp bunlara yoğunlaşın ancak o zaman diğerlerini de sever ve değer verirsiniz . Böylesine bir enerji yaydığınızda , verimli olasılıklar alanından her istediğinizin oluşumunu tetiklersiniz .
Kendine nefret ve değersizlik enerjisi ile başarılı olamazsınız .Ancak nefret ve sevgisizliğin gelip sizi bulmasına izin vermiş olursunuz. Kendini sevemeyen insanlar ,öz değer, özgüven konularında da yeterli hissetmezler. Yetersizlik ve eksiklik duyguları içinde ilişki kurduklarında enerjisiz , mutsuz olduklarından genellikle insanlara karşı tahammülsüz , saldırgan ve yıkıcı olurlar . Bu durumdaki birisi hem içe dönük kızgınlık ,umutsuzluk ve suçluluk hisseder hem de ilişkilerde başarısız ve mutsuz olur.
Patalojik olmayan tüm sorunların kaynağı kendini olduğu gibi kabul edip sevememekten kaynaklanır .
Farkındalık ve Yaratıcılık Yolunda "Düşüncelerimizi" Keşfetmek
Zihnimiz hayatımızı nasıl,ne şekilde ve ne hissederek yaşayacağımızı belirleyen en etken gücümüzdür. Duygularımızın bizi yönettiğine inanılır ancak zihnimizden geçen her düşüncenin duygusu olmasa da her duygunun bilinçte veya bilinçaltında mutlaka bir düşüncesi vardır. Ve bu düşünceler tekrarlandıkça inançlara dönüşürler ve bizim mutlak gerçeğimiz olurlar. Böylece hem kendimiz hem de çevremiz ve koşullarımız hakkında belirli bakış açılarımız ve değerlendirmelerimiz oluşur. Kısaca zihnimizin inandıkları bizim yaşadıklarımızı oluştururken nasıl yaşayacağımızıda belirler.
Zihin neye inandırılırsa onu doğru kabul eder. Yani halüsinasyon zihnin önemli bir faaliyetidir. Örneğin Dr. Paul Sheely tarafından yapılan bazı araştırmalarda hipnoz altında olan deneklere kendi adlarını unutacakları telkin edilmiştir ve transtan çıktıklarında kişiler gerçekten kendi isimlerini hatırlayamamışlardır. Dahada ileri gidilmiş,hipnoz altında kişilere odada bir başka kişi olduğu halde,odada kimsenin olmadığı tekrar edilerek söylenmiş ve uyandıklarında odada ki diğer kişiyi algılayamamış ve hatta görmemişlerdir. Son zamanlarda daha da şaşırtıcı deneyler yapılmış ve bir kağıda bir kaç cümle yazılarak bir kişinin arkasına saklanmış ve hipnoz altındaki katılımcılara odada sadece yazılı bir kağıdın olduğunu ve yazılanları rahatça okuyabilecekleri söylenmiştir. Normal şartlarda başka bir kişinin arkasına saklanan kağıdı görmelerine imkan yokken katılımcılar zihinlerinde odada başka bir kişinin olduğuna inanmadıklarından, hepsi kağıtta yazılanları eksiksiz okumuşlardır.
Böylesine inanılmaz bir güce sahip olmamıza rağmen bazen düşüncelerimizin ve zihnimizdekilerin farkında bile olmayız. Ancak duygusu yoğun olan ve nörolojik bir bilgi işleme yoluna dönüşmüş inançlarımızın bazılarını biliriz. Halbuki tüm bu inanç ve düşüncelerimiz hem hayatı nasıl algılayacağımızı ve nasıl yaşayacağımızı, hem de yaşam koşullarımızı nasıl oluşturacağımızı belirler. Yani zihnimiz hayatımızı yaratır.
Bu durumun nasıl oluşabileceğini bize kuantum fizik kavramları açıklamaktadır. Kuantum fizik sayesinde artık biliyoruz ki her şey enerjiden ibarettir. Evren büyük bir enerji okyanusu gibidir. Enerji yok olmaz ve var edilemez. Enerjinin dili titreşimdir ve her titreşimin bir frekansı vardır. Sadece kaba madde formundaki fiziksel varlıklar değil,tüm düşünce,duygu ve inançlarımızda enerjiden oluşur. Farklı titreşim ve frekanstaki bu ince enerjiler birbirini çeker ve olasılık halinde titreşen enerjileri belirli olay ve durumları oluşturmak üzere bir araya getirirler.
Bu durumu kısaca zihnimizdeki mutlak gerçeğe dönüşen düşüncelerimizin (duygusu olan) yaşamımızı belirli bir biçimde algılamamızı ve algıladığımız gibi de yaratmamızı sağlayan en önemli gücümüzdür şeklinde özetleyebiliriz.
"NE DİLEDiĞİNİZE DİKKAT EDİN ÇÜNKÜ GERÇEKLEŞEBİLİR"
İşte tamda bu yüzden pozitif ( olumlu) düşünen insanların yaşamdaki hedeflerine ulaşma şanslarının daha yüksek olduğu çok iyi bilinen bir gerçektir. Ancak sürekli olumlu düşünmek pek mümkün olmayabilir. Gereksiz inançlardan ve olumsuzluktan kurtulmak,yeni bir perspektif geliştirmek için önce düşüncelerimizi fark etmemiz önemlidir.
Kendi zihninizdekileri anlayabilmek için; her gün zihniniz ne ile meşgul? yani en fazla neyi düşünüyorsunuz ve ne şekilde düşünüyorsunuz? sorularını kendinize sorun. Daha çok çözüm odaklımısınız? Çözümlerinizin olumlu sonuçlarını mı daha fazla düşünürsünüz? Yani daha fazla umut dolumudur zihniniz? Yoksa yoğunlukla dertlerinize,hayatınızın eksik taraflarına ve iyi gitmeyen şeylere mi kafa yorarsınız? Çoğunlukla umutsuz ve çözümsüz olduklarını mı düşünürsünüz? Her şeyin eksik ve olumsuz yanlarını mı daha fazla görürsünüz? Bunu fark ederseniz,hemen durun ve artık kendiniz için daha iyi şeyler yapmanın zamanı gelmiş demektir. Sizin zihin detoksu yapmanız gerekebilir.
Devamı yakında.....
"Zihin Detoksu Yapmanın Yolları"
Zihninizi olumsuz düşüncelerden arındırmak için öncelikle düşüncelerinizi fark etmek ve nereden geldiklerini çözmek gerekir.Bu durumda profesyonel bir yardıma ihtiyaç duyabilirsiniz ancak kendi kendinize yapabileceğiniz bazı çalışmalarda sizde benzer etkiyi göstererek zihninizi dönüştürmeyi kolaylaştırabilir. Aşağıda paylaşacağım bazı çalışmalar bu yolda yardımcı olacaktır.
1) Öncelikle sabahları nasıl uyandığınızı gözlemleyin. Olumsuz, mutsuz duygularla mı kalkıyorsunuz? Veya neşesiz,keyifsiz mi sabahlarınız? O zaman zihninizden neler geçiyor,fark edin ve ilk zihninize geleni doğru kabul edin. Eğer negatif düşüncelerin hakim olduğunu görürseniz, hemen kendinize " bugün hayatımın en güzel günü olabilir" deyin. Her gününüzün yeni bir harika güne başlangıç olabileceğini düşünün. Tersi ispat edilmedikçe de bu söyleme inanmamanız için bir sebep olmadığını hatırlayın. Ve İNANIN!
Ancak bunu bir türlü başaramıyorsanız; olumsuz duygularınızın ne kadar zamandır orada olduğuna bakın. Hangi olay ve durumlar bu duyguları tetikledi? kendinize sorun.
Örneğin,birkaç gündür mutsuz,moralsiz uyanıyorsanız ve gün içinde de genel duygularınız benzer ise belki de bir kaç gün önce bir yakınınızdan ya da bir arkadaşınızdan olumsuz eleştiriler aldınız veya iş yerinde beklemediğiniz bir terslikle karşılaştınız. Sizi bu şekilde etkileyen tetikliyici durumu tespit ettikten sonra bunun ile ilgili yargı ve kanılarınız nedir? Bulduğunuzda,içinde kendiniz ile ilgili mutlaka negatif düşünceler barındırdığını fark edebilirsiniz. Genelde yargılarınız ve değerlendirmeleriniz olumsuz ise bunların derininde sizin kendiniz ile ilgili duygusal bir ihtiyacınız vardır. Mesela:
-duygunuz: kızgınlık
- tetikleyici olay: iş yerinde üstünüzün sizi herkesin önünde eleştirmiş olması.
- yargınız:beni küçük düşürdü. Başkaları da benim hakkımda kötü şeyler düşünecek.
- duygusal ihtiyacınız:kendinizi ifade edebilmek ve rahatlayabilmek.
- kendi hakkınızdaki negatif düşünceniz: ben hakkımı savunamam veya ben kimseye karşı gelemem.
Unutmayın her duygunun bir düşüncesi vardır.İşte bu düşünceleri keşfettikten sonra bunları olumluya çevirmeye başlayabilirsiniz. Eğer yanlışı kendinizde görüyorsanız; ben bunu düzeltebilirim demeyi seçin. Mesela yukarıda ki örnekteki durumda,kişi kendine artık hakkımı arayabilirim ya da gidip o kişi ile yüzleşmeliyim ve bunu yapabilirim demekle başlayabilir.Karşıda hata görüyorsanız bunu onun ile paylaşabileceğinizi,böylece bir çözüme ulaştırabileceğinizi umut edebilirsiniz. Veya çözüme ulaştırılamayacak ancak kabullenilmesi gereken bir durum ise evrensel akışa bırakabileceğinizi düşünmeyi seçebilirsiniz.
2)Hedeflerinize ulaşabileceğinize inanın. İlkeleriniz olsun ve onların arkasında durun. Ve başaracağınızı düşünün. Ancak unutmayın başarıya asansör ile çıkamazsanız,basamakları kullanmak zorundasınız. Her bir basamağı geçebileceğinizi bilin. Kendinizi motive edin ve YAPABİLİRİM düşüncesini zihninize yerleştirin.
3) Hem kendinize hem dünyaya gülün. Her şeyi ciddiye almayın,dramatize etmeyin yani olumsuz düşüncelerinizi besleyip büyütmeyin. O düşünceler zihninizi kaplamadan biraz mizah,düşüncelerinizi değiştirebilir ve duygunuzu hafifletir. Olan bitenin birde komik taraflarına bakmayı deneyin.
4)Bugüne kadar kazandığınız başarıları düşünün. İlla ki büyük şeyler olmasına gerek yok. Yaptığınız iyi bir spor seansı veya pişirdiğiniz bir yemek veya kendi sırtınızı sıvazlayabileceğiniz ufacık bir şey için şükredin.
5)Bir defter alın ve her gün doğru seçimleriniz için, yaptığınız basit ama iyi niyetli davranışlar için ve kendinizin sırtını sıvazlayabileceğiniz olumlu yaklaşımlarınız için en az "5 tane" şükür cümlesi yazın. Buna 30 gün boyunca devam edin. Bir ay sonra 150 tane kendinize şükredebileceğiniz cümleniz olduğunda kendiniz hakkında ki düşünceleriniz değişmeye başlayıp,içsel güçleriniz artacaktır.
6) Yaşamınızı zenginleştirin. Denemekten kaçınmayın,pozitif düşünceleriniz arttıkça bir mıknatıs gibi hareket ettiğini ve beklenmedik pozitif deneyimleri hayatınıza çekebildiğini göreceksiniz.
7)Düzenli olarak hareket edin. Yürüyüş,spor veya yoga,meditasyon,chi gong gibi daha ruhsal pratikleri hayatınıza katın.
8) İçsel bilgeliğinize ve sezgilerinize güvenin. Egonuzun korkuları ile düşünmeyi bırakıp,biraz içsel rehberlerinizle iletişim kurun. Konforlu ve güvenli olduğuna inandığınız alanlarınızı terketmeye hazır olun. Unutmayın yaşam cesurları sever. Cesur düşünceleriniz ve pozitif sonuçlara olan inancınız arttıkça yeni deneyimlere açık olursunuz. İşte değişim bundan sonra gelir. Bu noktada mıknatıs gibi hareket eden düşüncelerinizin enerjisi sizin en büyük gücünüz ve yardımcınız olacaktır.
9)Kendinizi başkaları için iyi şeyler yapmaya motive edin. En azından çevrenizdekilere içten bir selam verin ve şefkat gösterin. Ya da dünyanın geleceği için bir davaya elinizden geldiğince katkıda bulunun ve şükür defterine yazacaklarınız çoğalsın. Böylece kendiniz ve dünya hakkında daha olumlu ve umutlu düşünmenizi kolaylaştıracaktır.
10)İyi veya kötü önünüze ne çıkarsa çıksın nasıl tepki vereceğiniz konusunda özgürsünüz. Değiştiremeyeceğiniz şeylere kafa yormayın böylece strese kapılmazsınız. Elinizden gelebilecek,baş etme becerilerinizi geliştirebilecek çözümlere odaklanın.
Zihninizdekileri gün geçtikçe pozitif yönde değiştirebilirsiniz. Bu sizi daha mutlu,umut dolu ve doyumlu hissettirecektir. Bu duyguların frekans ve titreşimleri daha olumlu ve farklı olacağından evrensel enerjinin daha olumlu/pozitif enerji alanlarına bağlanmanıza sebep olacaktır. Senkronize olduğunuz bu yüksek frekanstaki enerjilerin harika oluşumları/olayları hayatınıza getirdiğini göreceksiniz.
BEDENİMİZ BİZE BİZİM NASIL BİRİSİ OLDUĞUMUZU ANLATIR.
Bedenimize nasıl bakıp,ne şekilde değerlendireceğimizi öğrenirsek bizim iç dünyamız hakkında bir çok şeyi yansıttığını fark edebiliriz. Sadece beden hareketlerimiz değil,bedensel şekillerimiz, yiyip-içtiklerimiz ve en önemlisi kronik ve akut hastalıklarımız bizim psikolojimizin ve içsel özelliklerimizin dışa vuran belirtileridir.
Bedensel şekillerimizi anlamayı ve sınıflandırmayı,fiziksel özellikleri ile psikolojik özellikleri arasında ki bağlantıları incelemeyi " morfoloji " ilimi sayesinde yapabiliyoruz. Morfoloji uzun yıllardan beri insanların ilgisini çekmiş ve araştırma konusu olmuştur. Özellikle ortaçağda insanların fizyonomilerinin karakterlerini ne kadar açıklayabileceği ile ilgili De Lescaut ve Cocles bir çok kitap yazmışlardır. Sonra ki yüzyıllarda da morfoloji hep ilgi çekmiş ve araştırılmıştır.
Bedenimizin farklı bölgelerindeki farklı şekil ve büyüklükler bizim kişilik özelliklerimizi ve psikolojik süreçlerimizi dışa vursa da tek tek ele alınarak incelenmezler. Bu özellikler göz önünde tutularak beden bir bütün halinde incelenir. Bir bedeni incelerken farklı parçaların şekillerinin ne anlam ifade edebileceği önemli bir katkı sağlar ancak bir insanın karakteri sadece burnunun şekline ya da ayağının genişliğine göre değerlendirilemez,tüm bedensel özelliklerinin bir sentezi oluşturularak değerlendirilir.
Yaşadığımız koşullar ve onlarla nasıl baş ettiğimiz bizim farklı beden özelliklerine sahip olmamıza ve çeşitli hastalıklar geliştirmemize yol açabilir. Örneğin hayatında ki sorumluluklarla baş edemeyen birisi kamburlaşabilir veya sürekli oturarak iş yapan birisinin boynu eğrilebilir, kalçaları ezik ve geniş bir şekil alabilir.
Ancak anne karnında başlayan genetik serüvenimiz asıl beden şeklimizi ve hastalıklara yatkınlığımızı belirler. Fakat bunlar potansiyel olarak genlerimizde saklıdırlar onları ortaya çıkaran ilk 6 yaşa kadar olan yaşam koşullarımız sonra da bu aralıkta oluşan diğer yazılarımda da sıklıkla vurguladığım bilinçaltı paradigmalarımız yani bilinçaltına yerleşen düşünce,inanç ve değerlerimizdir. Şöyle düşünebiliriz; anne karnında hala ne şekilde olduğunu bilmesekte farklı genleri toplayarak kendimizi oluştururuz. Belki implicit hafızamızda yani enerjetik bazda geçmiş yaşamdan ve atalarımızdan taşıdığımız karmalarımızın etkisi ile farklı genleri anne ve babamızdan seçip bedensel, zihinsel ve emosyonel yapımızı tekamül( evrim) planımıza göre oluşturuyoruz. Yani cinsiyetimiz,gözümüzün rengi,saçımızın rengi,tenimizin rengi ve dokusu ya da duygusallık özelliğimiz,zekamızı belirleyen neokorteks kıvrımlarımız vs. gibi.....Bunu bir balığın omurgasına benzetebiliriz ancak doğduğumuz andan itibaren hissettiklerimiz ,öğrendiklerimiz ,bize bizim hakkımızda söylenenler sonucunda oluşan kendilik fikrimiz,travmalarımız,yaşam şartlarımız sadece kişiliğimizi değil buna bağlı olarak bedensel özelliklerimizi de nasıl geliştirdiğimizi belirler. Bu süreç aşağı yukarı altı,yedi yaşlarına kadar sürer. Daha ileriki yıllarda farkında olduğumuz bazı bedensel özellikleri değiştirdiğimizde kişiliğimizin bazı yönlerinin de değiştiğini görebiliriz. Örneğin kambur,omuzları düşük bir beden duruşu olan birisi eğer fizik tedavi,spor ve hareketle bu durumu değiştirirse kendine güven konusunda olumlu adımlar attığı gibi artık istemediği şeylere itiraz edip,hayır diyebildiğini görebiliriz. Tabii ki bunun tam terside gelişebilir yani bazı kişilik özelliklerini değiştirebilen veya duygusal blokajlarını açarak içinde biriktirdiği olumsuzlukların üstesinden gelebilen insanların beden şeklinin değiştiğine şahit olmuşsuzdur. Örneğin zorlamadan onlarca kilo verip bambaşka bir insan tipine dönüşen insanlarla karşılaşabiliyoruz.
Bedenimizin dilini okuyabilirsek,gerçekten bizim iç dünyamızı dışa vurduğunu ve bize bizi anlattığını FARKEDEBİLİRİZ. Bu hem kendimizi tanıyıp empati kurabilmemizi,hem de başkalarını farklı bir gözle değerlendirip empati kurabilmemizi sağlar. Peki bunu nasıl yapabiliriz? Öncelikle 1930 lu yıllarda morfoloji konusunda derin araştırmalar yapıp beden tiplerini kategorize etmeyi başaran Amerikalı psikolog Sheldon'un 3 tip beden şeklinden başlayabiliriz. Endomorf tip beden,Mezomorf tip beden ve Hektomorf tip beden olarak şekillendirdiği çalışmasında her bir beden tipinin kişinin hangi karakter ve kişilik özelliklerini anlattığını uzun incelemeler sonucu açıklamıştır.
Kısa zaman içinde gelecek olan yazımda tüm bu beden tiplerinin fizyolojik ve karakteristik özelliklerini sizlerle paylaşacağım ve ekleyeceğim bazı metafizik bilgilerle de siz beden tiplerinden yola çıkarak kendinizi ve çevrenizi kolaylıkla fark edebileceksiniz.
Hoşça kalın,sevgiyle kalın.....
BEDENİMİZ BİZE BİZİM NASIL BİRİSİ OLDUĞUMUZU ANLATIR (2)
Sheldon 'un beden morfolojisi üzerinde uzun yıllar süren araştırmalarından sonra elde ettiği 3 temel beden tipi kendimizi ve çevremizdekileri algılamamızda önemli bir rehber olmuştur. Kısaca endo,mezo ve hekto olarak adlandırılan bu beden tiplerinin özellikleri şu şekilde özetlenebilir;
Endo tip beden: torso kısmı geniş yani üst bedeni geniş ve yuvarlaktır. Sanki bedenin tüm gücü üst bölgelerdedir. Buna karşın kolları ve bacakları daha incedir. Yüz kısmı yuvarlak ve şişkin boynu ise kısa ve gömülüdür. Omuzları yukarı çekilmiş gibi görünür. Karnı öne doğru
çıkık ve büyük olur. Cildi gevşek ve kemikleri incedir. Bu beden tipine sahip kişilerin en belirgin özelliği duygusal oluşlarıdır. Toprak elementleri yüksek olur ancak kendi özgür iradeleri ile hareket etmek isterler. Genel eğilimleri yeme içmeye düşkünlükleri ve dışa dönük olup sosyalleşme ihtiyaçlarıdır. Tavırları sakindir,hemen tepki vermezler. Ancak duygusal anlamda güçsüzdürler, hemen ruh halleri bozulur. Sosyal ortamları çok sever ve hep beraber yenilip içilsin isterler. İnsanları ayırt etmeden arkadaşlık yapar, cana yakın ve dostça davranırlar. Esnek,toleranslıdırlar, duygularını dışa kolayca vururlar.Uykusuna düşkün olurlar ancak hareketlidirler. Aile bağlarına önem verirler ve çocuksu yanları hep vardır.
Mezo tip beden: adaleleri belirgin ve yapılıdır. Bedenleri sert ve tıknaz görünür. Genelde boyları uzun olmaz veya uzun görünmez. Yüzleri geniş ve kare görünümlüdür.Dudakları ince ve
gergin durur. Boyunları ise yapılı ve uzundur. Karın bölgelerine oranla göğüs bölgeleri geniş ve adaleli olur. Kalçaları geniştir buna bağlı olarak bacaklarıda sağlam,adalelidir. Kolları fazla uzun olmaz ama yine de güçlü ve yapılıdır. İri kemikli iskeletleri ama ince ve gergin ciltli bir yapıları vardır. Bu beden tipine sahip kişilerin savunmaya geçmeye veya korumaya geçmeye eğilimleri vardır. Fethetmeyi,ele geçirmeyi severler. Avcı tiplerdir. Kararlı ve inatçı olurlar. Fiziksel olduklarından spor yapmayı çok severler ve enerjik olurlar. Dominant karakterlerdir,sürekli söz geçirmek zorunda hissederler. Yaptırım güçleri yüksektir. Risk almak onlar için daha kolaydır. Fiziksel konularda cesurdurlar. Tavırları açık ve hatta fazla direk olabilir. Rekabete girerler,sesleri yüksek çıkar. Agresif olabilirler. Psikoloji ve felsefe konularına yatkın değildirler. Fiziksel acı veya yetersizliklere duyarlı değildirler. Klostrofobik yapıdadırlar. Alkol aldıklarında fizikselleşirler ve agresyon sergilerler. Mücadeleci ve ergen tavırlıdırlar.
Hekto tip beden: uzun,ince ve narin yapılı tiplerdir. Yüzleri küçük ve üçgen şekillidir. Çeneleri sivri olur ve dudakları ufaktır. Boyunları uzun ve incedir ancak omuzları düşük ve sanki öne doğru itilmiş gibidir. Karınları çok düzdür,kolları ve bacakları ince ve uzundur. Ciltleri narin ve kuru olur.Kemikleride ince yapılıdır. En önemli karakter özelliğide akılcı ve rasyonel oluşlarıdır.
Beş duyularıda duyarlıdır,hem fizik dünyayı,hem de duygusal dünyayı derinden ama akılları ile algılama yatkınlıkları vardır. Yaşadıklarına fizyolojik tepki vermeye müsaittirler.Psikosomatik rahatsızlıkları fazla olur. Derin yakınlıklar kurarlar. Zihinsel gerginlikleri vardır ve anksiyeteleri yüksek olur. Duygularını kontrol altında tutarlar. Gözlerinde hep bir endişe sezilir. Fazla sosyal olmazlar ve içe dönüktürler. Rekabetçi olup pasif agresif tepkiler verirler. Ses çıkarmaya ürkerler. Kontrolcü kişilikler geliştirirler. Tutumları dışarıdan belirsizdir. Genç dururlar ve genç tavırları olur. Alkol ve benzeri uyuşturuculara dayanıklıdırlar. Tek başına kalmayı severler. Psikolojik duyarlılıkları yüksektir. Olgun tavırlı ve yetişkin kişiliklerdir.
Tabii ki tek bir beden tipin özellikleri tek bir kişide toplanmaz. Her birimiz bu üç özelliğin karışımıyız ancak sahip olduğumuz birincil öncelikli beden tipinin karakter özellikleri bizde daha yoğun varolur. Bu da bizim temel yatkınlıklarımızı ve kişilik gelişimimizi tanımlar. Yani bir insanı beden tipine göre incelediğimizde hem endo,hem mezo hemde hecto özellikler görebiliriz ancak bunlardan bir tanesi daha belirgin olup öne çıkacaktır. Bu durumda o beden tipinin psikolojiside o kişide daha belirgin olacaktır.
Bunun yanısıra bazı beden parçalarımızın özgün şekilde gelişmiş olması bize kendimiz hakkında önemli ipuçları vermektedir. Bedenimizdeki bir uzvun dengesizce büyük veya küçük olması orada enerji blokajlarının oluştuğuna işarettir. Örneğin ayakları çok büyük olan birisinin yere sağlam basmaya ve toprak enerjiyi çekmeye ihtiyacı var demektir. Kendini çocuklukta ancak annesi ile kurduğu ilişkide güvende hissetmiş birisi bunu devam ettirmek üzere toprak anadan beslenmek ister. Çok küçük ayaklı birisinin ise güvenliği göklerde,kozmos ta aradığını
düşünürsek, babasına olan bağımlılığını ve güveni ancak onunla ilişkisinde bulduğunu anlayabiliriz. Bu fiziksel özellikler,bu tip ( büyük veya çok küçük ayaklı) kişilerin aslında bağlanma ile ilgili sorunlarının ipuçları olabilir.
Geniş bacaklara sahip birisinin her şeyi ben yapmak zorundayım fikrini çok küçük yaşlarda benimsediğini düşünebiliriz. Kendini yeterince güvende hissetmeyerek büyümüş olan birisi biliçaltında kendi güvenliğini kendi sağlamak zorunda hissedince bacaklarının geniş ve sağlam gelişmesine sebep olmuş olabilir. Çok ince ve küçük bacaklara sahip birisinde bunun tam tersi oluşmuştur. Güvenliğinin ve maddi imkanlarının bir başkası tarafından kendisine sağlanması fikri ile büyümüş olduğu anlaşılmaktadır.
Geniş ve büyük kalçalara sahip birisinin ise çocukluk ve gençlik yıllarında kabul etmek istemediği veya haksızlığa uğradığını düşündüğü kurallarla büyümüş olup tüm bunları
bedeninin alt kısmında taşıdığını anlayabiliriz. Ona ağırlık yapsa da bu meli-malı kuralları ve yaşadığı haksızlıkların olumsuz duygularını beraberinde her yere taşıdığını görürüz. Tabii bu durum tamamen bilinçaltı tarafından yönetilir. Bunun tam tersi olupta çok küçük kalçalara sahip olanların ise çekingen ve reserve kişiler olduğunu biliyoruz. Cinselliklerini bloke eden ve utanan kişilerdirler. Eyleme geçtiklerinde sonuç alabileceklerine inanmazlar ve hiçbir şeyden pek emin olamazlar.
Esnek olmayan,kolay hareket edemeyen dizlere sahip olan kişilerin tutuk, biraz kendini beğenmiş ve yeniliklere kapalı olduklarını görürüz. Mütevazi olmayı beceremezler. Kendi
lerini özgürleştiremez ve aynı düşüncelerde takılı kalırlar ve ilerleyemezler. Buna karşın dizleri fazla esnek olan kişilerin kararsız ,kendine güvensiz ve hemen birilerinin önünde eğilmeye müsait olduklarını varsayabiliriz.
Yürüyüş biçimlerinin ve üst beden özelliklerinin,ayrıca cinsel uzuvlarımızın şekillerinin bizim psişemizi nasıl dışavurduklarını araştırmaya devam edeceğim bu yazı dizisinin devamını haftaya aynı gün okuyabilirsiniz.
Hoşça kalın,sevgiyle kalın........
BEDENİMİZ BİZE BİZİ ANLATIR 3. BÖLÜM
YÜRÜYÜŞ BİÇİMLERİ : Bireylerin yürüyüş
şekilleri bize bir çok ipucu verse de tabiî ki karakterlerinin tüm
özelliklerini gösteremez . Ancak
gizli kalmış taraflarını açığa çıkarabilir.Örneğin kafası ve üst bedeni
,vücudunun geri kalanından önde giden birisinin aceleci olduğu ve
düşünmeden harekete geçtiği , önce yaptığını sonrada
tartmaya başladığını
varsayabiliriz. Bunun tam tersi
bir yürüyüşe sahip olanların ise , yani üst bedenlerini geride tutarak
hareket edenlerin ise çok fazla düşündüklerini , hatta düşünmekten harekete
geçemeyip bir çok fırsatı
kaçırdıklarını varsayabiliriz.
Sakin ve ölçülü adımlar atarak
yürüyenlerin ise dengeli , kararlı ve net bir zihne sahip olduklarını
düşünebiliriz.
Ancak
ağır ağır , bacaklarını açarak
ve göbeğini
çıkararak yürüyenlerin kendini fazla önemsemediklerini fark edebiliriz. Bunun
yanı sıra ağır ,
isteksiz adımlarla hareket edenler
ise kararsız , sıkıntılı ve
tembelliğe meyillidirler.
Cesaret edemez ve güvenli olmazlar tam tersine canlı ve
kıpır kıpır
yürüyenlerin ise yaşama sevinci olan ve çevresine ilgi ve merakla bakan
kişiler olduğunu anlarız. Dik ve kararlı adımlarla
yürüyen insanların
kendilerinden memnun
oldukları anlaşılır. Fakat kararsız , titrek adımlarla yürüyenlerin ise
çekingen , kaygılı ve gergin oldukları var sayılabilir . Hatta güvensiz ve
kendilerinden emin olmadıklarını
düşünebiliriz.
Çok
dikkatli ve hızlanıp ,
yavaşlayarak bir yürüyüş
temposuna sahip olanların
diğerlerini memnun etmek adına çok güç sarf ettikleri
ortadadır. Geniş ve uzun adım atanlar ise genelde hırslı ve ben
merkezlidirler. Bunun yanı sıra
küçük adımlarla , sessizce yürüyenler ise biraz entrikacı
ve kurnazca davrandıkları söylenebilir ancak en ufak bir tehlikede de
hemen demoralize
olmaları ilginçtir.Paytak
ve içeri doğru adım atanlar
genelde içe dönük ve çok fazla düşünceli tiplerdir .Dışa doğru adımlayanlar ise
açık ve kendine güvenli olsalar da dışarıdan gelebilecek
tehlikeleri fark
etmeyebilirler ve zarar görürler .
Kayar gibi adımlarla sessizce yürüyenlerin ise yaşamın zorlukları ile
yüzleşemeyen ve onlardan
kaçınan kişiler olduklarını daha
önce de bahsettiğim gibi bedenlerinin geri kalanına göre bazı uzuvları çok küçük
veya çok büyük olanların ise o
bölgelerinde tıkanan
kalan bazı enerji
blokajları olduğunu söyleyebiliriz. Genel anlamda bakacak olursak her
bölgede psikosomatize ( bedenselleştirilen psikolojik
durum ) edilen duygu ve düşünceler
farklıdır ancak ölçü büyüklükleri ise biraz daha basitleştirilebilir.
Uzuv normal orantısızca büyükse;
biriktirme , içinde tutma özellikle korkuları , bırakamama , bazı
duyguları salıverememe
, güçlü olma isteği olarak açıklanabilir. Tam tersi
durumlarda ; yani uzuv orantısızca
küçükse , kontrol etme isteği , anksiyete birikimi , endişe ve kaygı ,
yetersizlik duyguları ve tatmin olacak şekilde hayattan
olamama hali olarak
açıklanabilir.
Unutmamalıyız ki insanoğlu kompleks bir varlıktır. Tüm bu
morfolojik değerlendirmeler bir bütün halinde ele alınıp , ona göre
değerlendirilip açıklama getirilmelidir. Bu yazının devamında yüz ve boyun
şekillerinin bizim kişilik ve karakterimiz ile ilgili ne
gibi ipuçları verebileceği üzerine
olacaktır.
Şimdilik
hoşçakalın….
"Bedensel tüm sıkıntı ve hastalıklarımız bize bizi anlatır"
Bedenimizde yaşadığımız rahatsızlıklar ve hastalıklar bize kendimiz,yaşamımız ve geçmişimiz
hakkında mesaj vermek ve bizi uyarmak için oluşurlar. Kısacası bize düşüncelerimizin,duygu durumumuzun,söylemlerimizin ve yaptıklarımızın sağlıklı olmadığını anlatırlar. Genelleme yapacak olursak bize kendimize, çevremizdekilere veya hayata dair sevgi eksikliğimizin olduğu mesajını verirler. Aslında tüm ruhsal sorunların kökeninde kendini olduğu gibi kabullenememe, kendini sevememek ve kendine güvenememek vardır. Bunların sonucunda ise fark etmeden ve elimizde olmadığını düşünerek bazı fiziksel problemler üretiriz. Bu bakış açısını daha yakından tanıyıp, benimsediğimizde tüm hastalıkların psikosomatik olduğunu söyleyebiliriz.Geçmişte psikosomatik olarak tarif edilen hastalıkların hayali olduğu düşünülürdü,ancak gittikçe bilinçlenen toplumda bu tür rahatsızlıklarında fiziksel olarak var olduğunu ve kişinin yaşadığı ruhsal sorunlardan kaynaklandığını biliyoruz. Ancak hastalıklarımızın bir kısmının psikosomatik,bir kısmının da sadece dış etkenlerden oluştuğunu düşünmenin yüzeysel bir bakış açısı olduğunu bilmeliyiz. Bunu bir örnek ile açıklayacak olursak; sürekli işi dolayısı ile asbest gibi zararlı maddelere maruz kalıp akciğerlerinden ciddi şekilde hastalanan bir işçiyi düşünelim. Onun ruh halinin bu durumdan sorumlu olabileceğini düşünmeyiz ve hastalığını tamamen dış koşullara bağlarız. Ancak o'nun psikolojisine bakabiliyor olsaydık büyük olasılıkla eziklikleri, yetersizliklerinden dolayı kendine ve çevresine sevgisiz ve güvensiz olduğunu veya geçinebilme stresinin oluşturduğu baskı ile korku,kaygı dolu bir ruh hali içinde hayatta sürekli güvensiz hissettiğini keşfedebilirdik. Bu tür düşünce ve duygularla yaşamını oluşturduğunu,kimsenin maruz kalmaması gereken bir ortamda çalışarak kendini riske attığını anlardık. Öncelikle kendine ve sonra çevresine sevgisizliğiyle oluşturduğu bu ciddi hastalık,dış etkenlere bağlı geliştiği düşünülse de aslında kişinin içsel koşullarına bağlı gelişmiştir. Bu ruh halindeki bir kişinin böyle bir iş yerinde,bu tür koşullarda çalışmasa da eninde sonunda kendine zarar vereceği ortadadır.
Olumsuz düşünce ve duygularla yaşayan kişiler bilinçaltı zihinlerinde bir bilgisayar yazılımına dönüşmüş hayata ve kendine sevgisiz,değersiz ve stres dolu bakış açıları geliştirirler. Bu durum enerjetik olarak sürekli bedenlerinin enerji yollarını tıkayacak ve orada sürtünmeye sebep olarak enflamasyonlar yaratacaktır.Ayrıca bedenimizin işleyişinden sorumlu merkezi sinir sisteminin beynimizde yer aldığını biliyoruz ancak hangi irade ile bunu yaptığına gelirsek,orada bilinçaltı zihnimizin devreye girdiğini düşünebiliriz. Duygularımızın da bu zihnin bir yansıması olduğunu varsayarsak,kişinin seçimlerini ,davranışlarını ve tutumlarını da bilinçaltı paradigmalar ve enerjiler belirleyecektir. Böylece kişinin bilinçaltına çok çocuklukta hatta bebeklikten bu yana yerleşmiş olan bu bakış açıları (paradigmalar) onun sağlığından da sorumlu olacaktır. Yeter ki farkında olalım ve bunları olumluya dönüştürüp daha sağlıklı, mutlu ve yaratıcı hayatlar sürdürebilelim. Tabii ki bu durumda aileye ve topluma çok iş düşmekte ve çocuklarımızı yetiştirirken,eğitirken onların kendine güvenli, kendine değer veren ve sevgi dolu olmalarını sağlayabilmeliyiz. Sağlıklı birey,sağlıklı toplum ancak bu şekilde oluşabilir.
Önleyici tıp anlayışı geliştikçe de ruh sağlığını ve gelişimini destekleyecek çalışmaların eğitim sistemine dahil edilmesinin önemi gittikçe artmaktadır.
Önümüzdeki haftalarda "hastalık enerjisi nasıl oluşur?", "bilinen hastalıklar,karmik hastalıklar ve kronik hastalıklar hangi ruh hali ve bilinçaltı paradigmalardan oluşur" konulu yazılarımı okuyabilirsiniz.
HASTALIK ENERJİSİ NEDEN OLUŞUR
Hastalık enerjisinin zihnimizde oluştuğuna ve bizim düşünce kalıplarımız,duygularımız bazen de bunlara bağlı gelişen davranışlarımız sonucunda ortaya çıktıklarını daha önceki yazımda belirtmiştim. Tabii ki bu bakış açısı gücünü kadim bilgilerden ve ezoterik öğretilerden alan metafizik bilgilerdir. Son yıllarda bu bilgileri destekleyen kuantum fiziği ile gelişen kuantum düşünce ilkeleri olmuştur. Batı tıp dünyası neden hasta oluyoruz sorusunu bilimsel anlamda sürekli araştırmaktadır. Ancak genel bir cevaptan çok daha detaylı cevaplar alınmış ve her belirti ,hastalıkla ilgili derin araştırmalar yapmak durumunda kalarak her geçen gün daha da yoğun bilgilerle donanımlanmaktadır. Ancak son yıllarda dikkat çeken Epigenetik bilim dalı,metafizik bilgilere paralel bulguları tespit etmeye başlamıştır. Bu bakış açısını destekleyen bu bilim dalının bazı yaklaşımlarını dilim döndüğünce sizlere açıklamaya çalışacağım. Böylece yazılarımın devamında ki metafizik bilgileri siz bilimsel bir anlayışın üzerine oturtabilirsiniz.
Bu konuda beni en çok aydınlatan ve etkileyen kaynaklardan biri Dr. Bruce Lipton'un kitabı "The Biology of Belief" ( İnancın Biyolojisi) ve Dawson Church,Ph.D.'nin ABD'de yılın en iyi sağlık kitabı seçilen "The Genie in your Genes"(Genlerinizdeki Dahi) kitaplarıdır. Bu eserler ufkumuzu genişleterek yeni bir tıp anlayışı sunmaktadır.Ayrıca Hintli meslektaşım Neeta Kumar ın "Dialogues with Body Parts" çalışmasıda bu yazıya katkıda bulunmuştur. Kısacası epigenetik bilimi ile tanıştıkça,psikoterapi çalışmalarıma kattığım yıllarca içiçe olduğum bir çok metafizik bilginin daha anlamlı ve geleneksel kültürü etkileyebilecek düzeye gelmiş olduğunu görmek beni şevklendiriyor.
Epigenetik nedir? Neye denir? Kısaca Epigenetik "genler üstü genetik"bilimi DNA nın diziliminde veya yapısında herhangi bir değişiklik olmaksızın DNA'da kodlu olan bilginin açığa çıkmasında meydana gelen değişikliklere deniyor.Örneğin ikiz doğmuş kişiler üzerinde yapılan bir çok araştırma,tıpatıp aynı genlere sahip olmalarına rağmen neden farklı hastalıklar geliştirdiklerini veya farklı zamanlarda öldüklerini incelemeleriyle epigenetik terimi ortaya atılıyor. Dr. Dawson Church' ün anlatımına göre ise Epigenetik,düşünce,duygu ve algılarımız sonucu gelişen davranışın/tepkilerin genler üzerindeki etkilerini araştırır.
Beynimiz bedenimizin kimyageri gibidir. Zihnimizin en önemli aracı ise beynimizdir. Yani zihnimizden geçen her şey kanımızın kimyasını etkiler ve böylece bedenimizi kontrol eder. İnsan bedeni çevreden ve özellikle zihnimizden gelen sinyallere iki türlü tepki verir:
1) gelişim ( büyüme) tepkisi ( verimli tepki)
2) korumacı tepki ( savaşma,kaçma veya donup kalma tepkileri) yani stres tepkisi.
Bilinçaltının koşulladığı benliğimiz ve onun programına göre beynimize mesaj yollayan zihnimiz eğer stresli bir duruma işaret ediyorsa,o zaman beynimiz adrenal bezine komut verecek ve kanımızda adrenalin ve kortizol hormonları ( stres hormonları ) harekete geçecektir. Bu da bedenimizi iyileştirici,sağlıklı ve geliştirici hormonların salgılarını engelleyecek,kan karın bölgemizden çekilerek kol ve bacaklarımızda yoğunlaşacak ve bağışıklık sistemimiz otomatik olarak kendini kapatacaktır. Bu durum bedenimizdeki tüm hücreleri ve hücre gruplarını etkileyecektir.
Hücrelerimiz ve genlerimiz yakın çevre tarafından yani bizim algılarımız tarafından kontrol edilir. Bir hücre minyatür insan gibidir. Hücre zarı hücrenin beynidir. Tüm enformasyonu taşır ve bölündüğünde de bu durum devam eder.
Hücre( tek hücre bölünerek dokuyu oluşturur)=>Doku( benzer hücre grubu)=>Organ(farklı doku grupları)=>Sistem(farklı organ grupları)=>Organizma ( sistem grupları).Bölünerek büyüyen hücreler,bilgiyi birinden diğerine taşır. Kısaca aynı bilgiyi taşıyan hücreler aynı dokuyu ve bir organı oluşturur. Bunların bazı enformasyonu paylaşarak biraraya gelmesi sistemi,onunda ortak bazı bilgilerle toplaşmaları organizmayı oluşturur.
İşte tamda bu noktada zihnimizin en etken bölümü olan ve bizim ile ilgili tüm bilgiyi taşıyan bilinçaltı zihnimiz ve o alandaki yazılım( paradigma) çok önem kazanmaktadır. Bedenimiz zihnimizin holografik yansıması gibidir yani bedenimiz kendimiz ile ilgili tüm inançlarımızın toplam yansımasıdır. Zihnimiz üç bölümde izah edilebilir:
- Bilinçli zihin
- Bilinçaltı zihin
-Benlik zihni
Bilincimiz zihnimizin sadece %10'unu kapsar. Kişinin bugünkü hayatının tüm deneyimlerini barındırır. Altı yaşından sonra aktifleşir. Yaratıcıdır. Hayal edebilme yeteneği vardır. Zaman kavramı oluşmuştur ve eğitilebilir. 'Ben' i oluşturur.
Bilinçaltı ise zihnimizin %90'ını kapsar. Fetus halimizden bu yana tüm deneyimlerimizi saklar. Alışkanlıklarımızı ve alışkanlık düzenlerimizi şekillendirir.Daha önceki deneyimlerimize ve dürtülerimize dayanarak uyaran ve tepki düzeninde çalışır. Günün büyük bir bölümünde bilinçaltı zihnimiz davranışlarımızı belirler.
Benlik zihni ise kendini yansıtır ancak farkındalığı vardır. Gözlemcidir. Kendi davranış ve duygularını gözlemler ve farkeder. Bilinçaltı detaya ulaşabilir. Davranışlarımızı değerlendirir. Aktif olarak çevre koşullarına nasıl tepki göstereceğini seçebilir. Bilinçli zihnimizin bir kısmını oluşturur. Böylece önceden ve biz bilmezken programlanmış bilinçaltı zihnimizin yansıması olan tepkileri fark edip değiştirebiliriz. İşte ancak bu durumda özgün irade ile şifalanma/ iyileştirme ve blokajları temizleme işlemleri oluşabilir.
Bu aşamada algılama sistemimiz çok önemlidir çünkü hücre zarındaki protein hareketleri sanki algı molekülleri gibidir. Yani bizim çevreye olan tepkilerimiz ve fiziksel tepkilerimiz algılarımıza bağlıdır. Bilinçaltı koşullanmalarımıza bağlı gelişen inançlarımızda algı yollarımızı (neuropathways) kontrol eder.
Algılarımızın ve algı yollarımızın kaynakları:
-Genom programı: içgüdü,yani insan doğası
-Bilinçaltı hafıza yani deneyimlerimizin hafızası. Beslenerek oluşur.
-Benlik zihni: özgün irâde. Onun kapasitesi yeni düşünce ve imgeyi benimseyerek algılarımızı değiştirmemize,dönüştürmemize olanak tanır.
İnançlar algılarımızı etkiler ve algılarımız tepkilerimizi; hem fiziksel ( yani hücre ve genlerimizin biolojisi) hemde davranışsal seçimlerimizi belirler. Bu durumda inançlarımız sağlıksız ve olumsuz ise tüm seçim ve davranışlarımızı etkilediği gibi hücre zarını,hücreleri,doku ve organlarımızı etkiler. Tüm bu hücre ve gen etkilenmeleri negatif inançlardan beslendikçe bedenimizi ve hastalıklarımızı tetikler.
Bu konularda San Diego Kaiser Hospital'de yapılan bir araştırma dikkat çekicidir. Bize hem fiziolojik hemde davranışsal olarak nasıl etkilendiğimizi açıklayabilir. Son beş yılda hastahaneye başvuran 17,421 orta yaşlı hastanın detaylı olarak sosyal,psikolojik ve medikal incelemeleri toplanmış ve ACE ( Adverse Childhood Experiences) "Olumsuz Çocukluk
Deneyimleri" adı verilen bir araştırma projesi oluşturulmuştur. Tespit edilen tüm aile sistemi bozuk yani disfonksiyonel aile ortamlarında yetişmiş bireylerin çeşitli sağlık sorunları olduğudur. Bu durumun kişilerin stres seviyelerini arttırarak gen ve hücrelerindeki protein dengelerini bozduğu ve farkl ı disfonksiyonel aile yapılarının farklı hastalıklara yol açtığı tespit edilmiştir.
Örneğin olumsuz aile ortamlarında büyüyen bireylerin depresyona girme şansları,fonksiyonel aile ortamlarında büyüyenlere nazaran 5 katı fazladır. Sigara tüketmeye 3 katı daha yatkındırlar. Stres ölçeğinde yüksek skorları işaretleyen kişilerin 30 kat madde bağımlılığına ve intihar etmeye meyilli oldukları da tespit edilmiştir.(Genie in your Genes,Dawson Church Ph.D.)
Son on yılda benzer bir çok araştırma göstermiştir ki çocukların sevgi ile büyüdüğü aile ortamları en başarılı terapidir ve asıl tedavi ailede başlar. Sonuçta psikolojik travmalarımız,inanç ve değerlerimiz sonraki yıllarda ki hastalıklarımızı oluşturmaktadır.
Aynı Mahatma Ghandi'nin dediği gibi:
" Dikkat edin karakteriniz kaderiniz olur."
Hangi inanç , düşünce ve değerlerimizin hangi hastalıklara yol açtıkları ile ilgili yazıma önümüzde ki haftalarda devam edeceğim.
Hoşça kalın, sevgiyle kalın.-
Hastalıklarımızın Kaynakları
Batı tıbbı hastalıklarımızın nasıl geliştikleri hakkında açıklama getirmiş ve mantıksal reaksiyon zincirlerini sebep sonuç ilişkisi ile betimleyerek anlaşılabilir şekilde sunmuştur.Ancak tam olarak hastalıkların kaynaklarını ortaya koyamamıştır. Fakat unutmamalıyızki tedavi konusunda her geçen gün artan olanaklar sunmaktadır ve bizim hastalandığımızda ilk başvurmamız gereken kişiler tıp doktorları olmalıdır
Benim burada açıklamaya çalışacağım bilgiler tüm hastalıklarımız oluşmadan önce zihnimizde yani ruh dünyamızda ve beden enerji sistemimizde nasıl başladığını tespit ederek önleyici bir anlayış geliştirmektir. Hastalanmadan çok önceki aşamada özellikle spritüel tıp ve enerji tıbbı büyük önem kazanmaktadır. Son zamanlarda bu durum daha çok gündeme gelmeye başlamıştır. Özellikle enerji tıbbı ve bunun zihinsel enerjilerle bağlantısını net bir şekilde ortaya koyan bazı enerji uzmanlarının kitapları Türkçe’yede çevrilerek halkın bilgisine sunulmuştur. Örneğin: DonnaEden’ın ‘’Enerji Tıbbı ‘’ kitabı ve BarbraBrennan’ın ‘’ Işığın Elleri ‘’ kitabı dikkat çekicidir.
Bu yazımda düşünce kalıplarının , inançların ve bilinçaltı zihnimizdeki atalardan ve geçmiş yaşamdan gelen karmaların hastalıkların tohumlarını nasıl ektiği ile ilgili açıklama getirmeye çalışacağım.
1. Öncelikle karmik hastalıklarabaktığımızda , derin benlikten taşınan toksik inanç ve düşüncelerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Genellikle çok küçük yaştaki hastalarda görülmektedir. Bu onların hayat buldukları bu yeniyaşamda , geçmişten gelen (geçmiş yaşamlardan) bazı durumları başlangıçta tamamlamaya çalıştıklarını göstermektedir. Dünyaya geldikleri aileye de farklı bir bilinç ve anlayış geliştirmelerini sağlamak içindir. Beden ruhun ifadesidir ve bu durum sadece ruhun ilk aşamada çok ufak yaşlarda beden üzerinden kendini dışa vurmaya ve dünya boyutundaki yaşamı deneyimlemeye başlamasıdır. Kısaca genelde 0-9 yaşlarına kadar yaşanan hastalıklarakarmik hastalıklar diyebiliriz. İmplisit hafızamız da yer alan geçmiş yaşam anıları ile ilintili olduğu düşünülmektedir.Ancak psiko genetiğimizde yer eden bazı aile bireyleri veya atalarımızdan bize miras kalan toksikanı , düşünce , inanç ve duyguların tesiri ile de kendimize hastalık ve rahatsızlık yaratabiliriz. Bunu da karmik hastalıklar içinde sayabiliriz. Örneğin atalarından biri savaşta kolunu kaybetmiş birisi bunu psişik miras olarak aldı ise o kolunu kazada yaralayabilir veya kangren olabilir ya da o kolundan ciddi hastalıklar yaşayabilir.
2. Karmik hastalıkların dışında en sıklıkla karşılaştığımız hastalık kaynaklarının başında ‘’Zihinsel Yaratıcılık ‘’ gelir.Zihnimizde hastalıklar ve onların bize yaşatabileceklerine odaklanarak kendimizde bir çok bedensel güçsüzlükler ve hastalık koşulları yaratırız. Örneğin bazı hastalıkların sonucunda ölmüş yakınlarınıgördükten sonra aynı hastalıkları yaşamaktan çok korkan birisi bu korkuya odaklanıp o düşünceleri beslerse bu düşünce kalıbı da sonunda hayatında oluşmaya başlar ve korktuğu hastalık o’nu bulur. Bu durumu kuantum fiziği dalga/ parçacık ilkeleriile belirli bir şekilde açıklamaktadır. Kişinin zihninde oluşan vazgeçemediği düşünce kalıplarının bir çeşit süptil /ince enerji niteliğinde olduğunu biliyoruz. (Bu durumu Kültür Üniversitesi Yayınlarının bastığı ‘’Empati’’ kitabında yer alan Enerji Psikolojisi ve Empati adlı yazımda daha ayrıntılı açıklamıştım.) Bu enerjilerin belirli frekansta titreştiğini ve aynı frekansta titreşen başka bir realiteye veyaan’a dönüştüklerini de artık açıklayabiliyoruz. Böylece hayatımızı an be an biz oluşturuyoruz. Aslında şunu söyleyebiliriz ki dışarıda hiçbir şey yoktur. Kendi dünyamızdaki her şeyi biz an be an yaratırız. Yani bizim zihnimizin holografik yansıması sadece bedenimiz değildir. Yaşamımızdaki realite olarak algıladığımız her şeyde bizim zihnimizin holografik yansımasıdır. Dolayısıile zihnimizin derinlerindekileri fark edip, temizlemeli/ dönüştürmeliyiz ki yaşamımızın hastalık gibi hoşumuza gitmeyen realiteleri de dönüşsün. Biz daha mutlu verimli ve potansiyellerimizi hayata geçirebildiğimiz yaşamlar yaratabilelim. Hastalık yaratan bir diğer yansıma kaynağı ise kişinin yaşamında başka bir stres yaratan olayı bertaraf etmek için kendi bedeninde hastalık oluşturmasıdır.. Örneğin iş yerinde çok önemli vezor olabilecek bir dönemi atlatıp yüzleşmemek adına kişi çok ciddi bir grip virüsüne yakalanarak yataklara düşebilir. Derin benliğinde böylece problemi savuşturduğuna ve sorunların bittiğine inanmayı seçebilir.
3. Bir diğer zihnimizdeki hastalık yaratma kaynağı ise yaşamımızın farklı dönemlerinde içimizde mutlak gerçeğe dönüştürdüğümüz kararlar ve düşüncelerdir. Bunları genelde çok ufak yaşlarda benimseyip , bilinçaltının derinliklerine itip , yaşamımızın önemli kader noktaları haline getirebiliyoruz. Bu kararlar çoğunlukla başkaları ile ilişkilerimize , kendimiz ile veya hayat ile ilgili ilişkilerimize bağlı gelişir. Bu kararların bir çoğu ailemiz ile kurduğumuz ilişkilerde oluşmaktadır. İlk çocukluk dönemimizde anne ve babamız bizim için Tanrı gibidir. Onların sevgi ve onayını almak için elimizden geleni yapmaya çalışırız. Bazen onları içselleştirip onlara dönüşerek , bazen onların beklediği gibi olmaya çalışarak ve olamadığımızda ise kendimiz ile ilgili yüzlerce olumsuz inanç geliştirip bunları bilinçdışı zihnimizde tutmaya uğraşırız. Otomatik bir bilince dönüşen tüm bu karar, düşünce ve inançların bize hissettirdikleri ise beden duyumlarına ve daha sonrada çeşitli hastalık ve rahatsızlıklara dönüşebilir. Hastalık ve rahatsızlıklarımızın zihinsel ve duygusal nedenlerini anlamaya çalışırken , kendimiz ile ilgili çok şey öğreniriz ve farkındalığımıza önemli katkısı olur. Her hastalık veya hastalık belirtisinin bize önemli mesajları vardır. Tabii ki bu tamamen kendimizi değiştirmeliyiz anlamına gelmez , ancak bize bazı tutum, yaklaşım ve davranışlarımızı gözden geçirmemiz ve potansiyellerimizi doğru yönde kullanmamız gerektiğini anlatır. Örneğin çabuk kızan , sabırsız ve agresif tepkiler veren bir kişinin bu yönlerini olumsuz anlamda kullandığında hem bedeni , hem hayatı ve çevresi negatif yönde etkilenecektir. Eğer yerinde ve zamanında bu yönlerini kullanabilirse, çok daha olumlu sonuçlar alabilir. Sonuçta hiçbir kişilik parçamız , yönümüz kötü/ olumsuz değildir, ancak olumsuz sonuçlar verecek yönde kullandığımızda ‘’ kötü özelliğe’’ dönüşürler. Bu durumda ilk olarak kendimizi olduğu gibi kabullenmenin ve sevebilmenin bizi mutlu , huzurlu ve sağlıklı bir hayata hazırladığını anlamalıyız. Öncelikle şunu belirtmeliyim hastalandığımızda veya kendimizi gerçekten hasta hissettiğimizde mutlaka bir tıp doktoruna başvurmalıyız. Teşhisimizi öğrenmeli ve onun bize ne önereceğini duymalıyız. Ancak ondan sonra ne yönde ilerleyebileceğimize kendimiz karar verebiliriz. Unutmayın sizin bedeniniz ve sizin kontrolünüzde , bunun için doktorunuza soru sorun , hangi ilaç , yan etkileri nedir vs…….Bize uygulanan tedavilerde bize kendimiz hakkında ipucu verebilir. Örneğin bize reçete edilen tedaviler ağız yolu ile alınan ilaçlar ise hastalığımızın kaynağı daha çok geçmişte başımıza gelenler ve geçmişi bırakamamamız ile ilgili olabilir. Deri yolu ile alınan ilaçlar ise problemin daha çok duygusal sebeplerden kaynaklandığı düşünülebilir. O anda yaşananlara tepkidir. Solunum yolları ile kullanılan ilaçlar bize daha çok önerildi ise o zaman hastalığın kaynağı zihinsel olabilir ve gelecek korkusu diye tarif edebiliriz.Ayrıca hastalandığımızda kendimize sormalıyız. Bu hastalık oluştuğunda hayatımda ne oldu ? veya farklı gelişen nedir ? Hastalığımız bedenimizin hangi bölümünde ortaya çıktıysa , o beden bölümünün bedenimdeki işlevi nedir ? Yani beni ne yapmaktan alıkoyuyor ? gibi sorular bize hastalığımızın kökenleri hakkında ipuçları verebilir. Eğer bir kaza sonucunda bedenimizin bir bölümünde işlev kaybı varsa , o zaman bu beden parçasına yüklenmiş olan suçluluk duygumuz var olabilir. İnsanoğlu suçlu hissettiğinde kendini cezalandırır. Buhastalık , kaza , bela şeklinde kişinin hayatında yer alabilir.Suçluluk kendimizi otorite karşısında savunamamaktan hatalarımızla yüzleşememekten yanlışlarımızı kabul etmemekten ve gizlediğimizde de onları hemen kişiselleştirmekten kaynaklanır. İnsanlığın şu anda yaşadığı kaos , savaşlar ve dünyaya verdiği zararın derinliklerinde kollektif bilinçte yer alan ‘’ SUÇLULUK ‘’ duygusu vardır.
Hastalıklarımızın bedenimizin sağ ve sol yarısında oluşuyor olması da önemli bir belirti olabilir. Bedenimizin sağ tarafı ‘’erk prensibini ‘’ temsil eder. Erk prensibi gücü , etkenliği , cesareti , yüceliği , yiğitliği, adaleti , isteği , mantığı , azmi , organize olmayı ve eyleme geçmeyi temsil eder. Var oluşumuzun bu tarafı babamızdan etkilenir. Bu durumda sağ tarafımızda oluşan bir rahatsızlık varsa baba ilişkimizdeki unsurlara bakmak bize yol gösterir. Bedenimizin sol tarafı ise ‘’ dişi prensibi ‘’ temsil eder. Dişi prensip yumuşaklığı , esnekliği , güzelliği , estetiği ,absorbe etmeyi , güzel sanatlar ve edebiyata yatkınlığı , müzik ve uyumluluğu temsil eder. Bu tarafımız sezgilerimizin ve yaratıcılığımızın geldiği becerilerimizin yeridir. Varlığımızın yaratım ve karar verme halidir. Bedenimizin sol tarafındaki bir rahatsızlık bize anne ilişkilerimizdeki bazı unsurların işlev bozukluğunu anlatabilir.Bu prensipleri baba ve annelerimizden miras alır ve onlardan öğreniriz. Anne , babamızın bu rollerdeki sıkıntıları bizi bire bir etkiler. Ancak var oluşumuzun bu iki tarafı da uyumlu işlediğinde biz huzurlu ve mutlu hissederiz. İşte bedenimiz bazı sorunlar çıkardığında bu iki prensip gereklerini uyumlu bir şekilde hayata geçirememişizdir. Bu prensiplerin mimarları da anne ve babamız olduğunu bilerek onlarlailişkilerimize bakmak bize hastalıklarımızı tedavi ederken çok destek olacaktır.
Anlaşılan bedenimiz sıra dışı ve mucizevi bir araçtır. Bize beden duyumları , rahatsızlıklar ve hastalıklar yolu ile sürekli kişiliğimizin ruhumuz üzerindeki etkilerini mesaj olarak iletir. Bu şekilde bakmayı benimsediğimizde iyileşme ve tedavi süreçlerimiz hızlanır ve tamamlanır .Çeşitli beden bölgesi ve organlarımızdaki problemlerin zihinsel ve duygusal köklerini araştırırken , yedi tane enerji merkezimizin / çakra bize yol gösterebileceğini düşünerek bedenimizi bu 7 bölgede inceleyebiliriz. Bunlar kök çakra / bedenimizin alt bölgesi , cinsel çakra/ bedenimizin karın bölgesi , mide çakrası ( solar plexus) / bedenimizin orta bölgesi , kalp çakrası / bedenimizin kalp ve üst torso bölgesi , boğaz çakrası / bedenimizin boğaz , boyun , ense bölgesi , üçüncü göz çakrası / bedenimizin yüz bölgesi ve son olarak taç çakra/ bedenimizin kafa ve tepe bölgeleridir.
1-) Bedenimizin alt bölgesi ; kalçalarımızdan başlayıp . ayak parmak ucuna kadar olan uzuvlarımızı kaplar. Bu bölgede problem yaşayanlar yani ( kalça , bel alt bölgesi baldırlar , bacak , bilek ve ayaklar ile ilgili sorunlar) materyel ve fiziksel bütünlüğüne zarar gelebileceğinden korkan kişilerdir. Kendilerini izole ve dışlanmış / terkedilmiş hissedebilirler. Problemleri ile baş ederken sadece kendilerinin yapması gerektiğine inanır ve yardım almazlar. Ayaklarımız bizi toprağa , toprak Ana’ya kök salmamızı sağlayan uzuvlarımızdır. Ancak bu kişiler oradan nasıl besleneceklerini bilemezler. Hayatlarında kendileri için bir amaçları yokmuş gibi davranırlar , varsa da hayata geçirmeye çok korkarlar. Güvenlik onlar için en önemli unsurlardandır ve güvenliğin dışarıdaki etkenlerle sağlanacağına inanırlar. Böylece kişilere veya nesnelere bağımlıdırlar.
Gelecekte olacaklardan korkarak , güvenlikte hissetmenin çok önemli olduğunu düşünerek , her ne yapıyorsa , yaptığı işe tedirginlik ,endişe ve olumsuz duygular katarak yaşayan kişilerde sık sık rastlanan problemler;
· Ayak, bilek ağrıları.
· Dizde sorunlar, hoşgörü ve esneklikten yoksunluk.
· Varisler / selülitler.
· Ayak parmaklarında farklı sorunlar.
· Geçmişteki sorunlardan kendini soyutlayamayanlarda ise kalça ve kaba etlerde rahatsızlıklar oluşur.
· Kuyruk sokumunda sorun yaşayanların ise bir başka kişiye bağımlı olduklarına kendilerini inandırmaktır. Kendi güçlerini fark etmez diğerinin bağımlılığını kendine aitmiş gibi algılarlar.
İç organlara gözgezdirdiğimizde hastalık olarak en çok rastlananlar;
· Hemoroit problemleri genellikle gerginlik baskı altında olanlarda daha çok ortaya çıkabilir.
· Anal bölgedeki nodüller , kistler veya kanamalar ise geçmişteki bazı olaylara yoğun kızgınlık veya kişinin kendine dönük kızgınlık ve suçluluk duygularını gösterebilir.
· Böbrek üstü bezlerdeki sorunlarda benzer şeylerden oluşmakla birlikte hayat amacını bulamayan / fark edemeyen kişilerde daha çok ortaya çıkar.
2-)Bedenimizin karın ve sırt bölgesi yaratıcılığımızı fiziksel anlamda ifade ettiğimiz çok önemli bir parçamızdır.Cinsel çakra bölgesi diye de tarif edebiliriz. Bu bölgedeki aktiviteleri sadece dürtüsel bir fiziksel tatmine yönelttiğimizde tanrısal ve yaratıcı özelliklerini duygu ve duyumlarımızda yaşayamayız.
Bu bölgede özellikle karın vegenital organlarda sorunlar yaşayanların kendi hayatlarını yaratmaktan çok başkalarının hayatlarını yaratmaya çabalayanlar olduğunu düşünebiliriz. Kendilerinden emin olamazlar, başkalarının onların üzerinde yoğun bir yaptırım gücü olduğuna inanırlar. Bu yüzden kendilerini çoğu kişinin karşısında ve çoğu durumda YETERSİZ hissederler. Zaman içinde bu durum sürekli bir tedirginlik ve korku yaşamalarına sebep olur. Dışarıdan gelen uyaranlara çok fazla açık olurlar. Ayrıca cinsel dürtüleri ve hatalı buldukları cinsel eğilim ve yaşantılarından dolayı suçluluk hissedenlerde de bu bölgede çeşitli hastalıklar oluşabilir.
Sırtın alt bölgesi , yani bel bölgesinde rahatsızlıkları olanlar materyel dünya ve yaşam ile ilgili pek çok kaygısı olan insanlardır. İş yaşamları ile ilgili gereksiz endişe ve kaygıları olur. Bu kaygı ve endişeler sürekli bir hal aldığında yaşam sevincini kaybederek hüzünlü bir ruh hali yaratır. Sonuçta da bu durumun fiziksel oluşumunu bel bölgelerinde yaşarlar. Desteklenmediklerini düşünürler ve herkesi taşıdıklarına inanırlar. Gerçekte birileri onları sürekli taşısın isterler ve çevresindekileri domine etmeyi ve dediklerini yaptırmayı severler. Esnek ve anlayışlı değildirler.
Her şey kendi yöntemlerine göre yapılsın istediklerinden , kendileri her şeyi yapmaya kalkışırlar. Genellikle bir şeylere sahip oldukça da daha değerli olabileceklerine inanan insanlardır.
Kalçalarında ağrı , sızı veya hareket kısıtlanması yaşayanların ise gelecekteki bir adımı atmaktan korktuklarını söyleyebiliriz. Adım atmak için fonksiyonlarının sağlıklı olması gereken bir beden parçası olan kalçalar özgürce hareket edemeyeceğine inanan kişilerde farklı sorunlar çıkarırlar. Bu durum da bedenleri onlara özgürce büyük kararları almaları ve bunun sorumluluğunu taşıyabileceklerinin mesajını vermektedir.
Bu kısımdaki iç organlara gelince;bağırsaklar önemli bir hassasiyet bölgesidir. Organizmayı temizler , toksinleri ve işe yaramayanları boşaltarak bedeni yeniler. Farklı sindirim sistemi sorunları bize farklı mesajlar iletir. Örneğin ;
Kabızlık , geçmişten getirdiği düşünce kalıplarını , bakış açılarını değiştiremeyen sahip olduklarını bırakamayan hatta bazı konularda cimri ve sürekli toplayan kişiliklere sahip olanlarda daha sık rastlanan bir sorundur.
İshal ise; bir korku işaretidir. Hassas bazen kendi düşüncelerinden korkan kendini yetersiz bulan ve küçümseyen kişilerde sık sık oluşan bir rahatsızlıktır.
Crohn rahatsızlığı bu korkuyu her alanda yaşayabilen kişiliklerde oluşan kronik bir hastalıktır. Kişinin kendinin yeterince iyi olmadığına inanıp , mükemmeliyetçı ve kontrolcü yapısı bu kronik koşulu oluşturabilir . Kolit hastalığı ise genelde kendini yenik /yitik ve kurban hisseden kişilerde oluşmaktadır. Daha çok şevkat ve ilgi göstermeyen ailelerde büyümüş kişilerde kendini gösterir. Başkalarının sevgisi veşevkatiolmadanda kendilerini sevebilmeyi başarmaları gerekir.
Böbrekler de bağırsaklar gibi içimizdeki zehir ,toksin ve fazlalıkları sağaltmayı temsil eder. Bu bölgelerde sorun yaşayanların bir kısmı iç dünyalarını dışarıya yansıtamayan , sürekli duygularını kontrol altında tutarak otoriter , ketum ve herkes adına karar vermeye meraklı bir tutumda olan kişiliklerdir. Bir kısmı ise tam tersi kendi hayatlarında dahi karar veremeyen , kendini yetersiz hisseden ve daha çok aşağılık kompleksleri olan kişilerdir. Korkuları çok fazladır , otoritelerini kullanmayı bilemezler ve kendilerini beceriksiz hissederler. Genelde hayatın hiçte adil olmadığını ve bunun altında ezildiklerini düşünürler. Aileleri tarafından adil olmayan bir tutumla yetiştirilmiş kişilerde ortaya çıkan bir sorundur. Böbrek sorunları yaşayanların bir an önce kendi hayatları için karar verip , arkasında durabileceklerine ve yeterliliklerini görmeye ihtiyaçları vardır.
Genital bölgelerde oluşan birçok sorunun dibinde yatan en önemli duygusal sebeplerden biri cinsel suçluluk duygularıdır. Genellikle insanlar cinselliği sadece çocuk sahibi olma yolu veya bir keyif ve tatmin yolu olarak görür. Erkekler kendini fiziksel olarak tatmin etme rahatlama ve keyif alma yolu gibi kullanırken , kadınlarda sahip olma ( çocuğa ve erkeğe) gücünü erkekler üzerinde kullanma ,yönlendirme ve yönetme yolu olarak kullanırlar. İçten içe bilirler ki bu motivasyon unsurları gerçekte olması gereken değildir. Sevgi , şevkat , saygı ve değer verme duyguları olmadan yaşanan cinsellikten dolayı bilinçaltında bir çok farklı suçluluk duygu ve inançları oluşur. Genital organlarda yaşanan çeşitli sorunun kökeninde genellikle işte bu olumsuz duygular yatar. Bir kısım cinsel yetersizliklerin kökeninde ise erkekler için kaygı ve korku duyguları vardır. Özellikle anneye yetememek ve babanın yerini alamamak ile ilgili ilk çocukluk döneminde yaşanan ödipalkomlekslerin çözümlenmeden kalması ve genç erkeklik döneminde bilinç dışından yüzeye yansıyarak ‘’cinsel performanstan’’ korkmak , kaygılanmak olarak ortaya çıkmasıdır. Kadınlarda ise kendi kadınlığından utanmak , kadınlık duygularını kabullenmemek ve cinselliği kötü , kirli bir parça olarak kabul etmek farklı cinsel isteksizlik , soğukluk ve kaçınmaya yol açar. Bu da menstürasyon sorunlarından, vajinismus’a kadar geniş bir yelpazede kadınlarda fiziksel rahatsızlıklara sebep olur. Bazı rahim ve yumurtalık sorunları ise yaratıcılığını hayata geçirmekten korkarak kendi hayatları üzerinde ciddi kararlar alıp uygulayamayan kadınlarda daha sık görülebilir. Menapoz ve andropoz döneminde ortaya çıkan hastalıklar (prostat büyümesi , sıcak basması ve kalp sıkıntıları gibi…) ise yaşlanmaktan ve artık hayatta fonksiyonlarının azalmasından korkarak kendini yaşamında istediği gibi var edememiş ve kendi olamamış bir çok insanda görülmektedir.
3-) Solar plexus bölgesi (3.çakra) bedenin orta bölümünü kapsar. Alt karın ile göğüs altına kadar olan beden kısmıdır. Sırtın bir kısmınıyani en önemli 5 omurgayı kapsar. Sindirim sistemi organlarının en önemlilerinin olduğu bölgedir.Karaciğer , pankreas , mide (duedemum) 12 parmak bağırsağı , dalak bu çakrada yer alır. Duygularımızı bedenimizle yaşar ve hissederiz. Buna da beden duyumları diyebiliriz. Bu duyumları en yoğun hissettiğimiz yer ise solar plexus ‘tür. En yoğun duyguların duyumları bu bölgededir. Özellikle öfkenin en çok hissedildiği yerlerden biride sindirim sistemimizdir. Bu bölgede rahatsızlıkları olanlar geneldenefret , öfke , şiddetli istekler ,sahip olma tutkusu yaşayan ve sürekli başkalarının sevmesini bekleyen kişilerdir. Kendilerini ve başkalarını sevmeyi pek başaramazlar. Ayrıca kendini sürekli tehdit altında hissedip , kendini savunmak zorunda hissederler ve bu duruma duydukları kızgınlıklarını da içlerinde de tutarlar. Yaşadıklarını böylesine algıladıkça da bir türlü tam hazmedemezler. Olayları ve kişileri olduğu gibi kabul etmekte zorlanırlar ve kendi bilip anladıklarının mutlak doğru olmasını isterler.
Örneğin sırtın orta bölgesinde ; lumbago da problem yaşayanların bu süreçte karşılaştıkları bir yaşam sorunu karşısında çaresiz ve kararsız hissetmelerinden kaynaklanabilir. Genelde de kimden nasıl yardım isteyeceklerini bilemezler ve yakınlarından beklentileri artar. Siyatik siniri sıkışarak bir nevraljisi olanların ise gelecek ve maddiyat ile ilgili korkuları olabilir. Kendilerine güvende hissetmenin tek yolunun daha fazla imkanlara sahip olmak yerine kendi iç kaynak ve yeterliliklerine güvenmelerinin geleceklerini daha güzel şekillendirebileceklerine inanmalarıdır. Bu bölgedeki ‘’disk kayması’’ rahatsızlığının derinlerinde ise yaşamda desteklenmediğini düşünen sürekli onaylanma ihtiyacı içindeki kişilerinde oluştuğunu görebiliriz. Kendi kararlarından emin oldukça daha güçlü bir sırtları gelişebilir. Umutsuz ve dünyanın yükünü taşıdığına inanan bireylerde ise skolyoz (omurga eğriliği) oluşmaktadır.
Karaciğer hastalıkları olan kişiler ise genelde başkalarını olduğu gibi kabullenmekte çok zorlanan (aslında onlarda gördüğü kendi parçalarını kabullenemeyen) ve sürekli yaşamından memnuniyetsiz , yargılayıcı ve eleştirel tiplerdir. En çok kızgınlık ve öfkenin biriktiği bir organdır. Karaciğer de bu duygular çok fazla yerleştiğinde kriz çıkarır. Karaciğer sorunları ayrıca sürekli mutsuz ve hüzünlü , gergin ve tahammülsüz ve de kıskançlık yaşayanlarda oluşmaktadır. Bu durumda olanların öncelikle kendilerini kabul edip sevmeyi ve tüm yaşadıkları ile memnun kalmayı başarmaları gerekir. Şikayet etmeyi bırakıp daha güzeli yaratmak için uğraşmaları ve niyetlerini dürüstçe ortaya koymaları onlar için iyi olur.
Safra kesesi taşları ve sorunları ise kararlı olan ve aklında sürekli yapmak istedikleri olupta çevresi tarafından engellendiğine inanıp sürekli kendini zorlayan kişilerde görülebilir. Ancak diğer çözüm yollarından korkarak , o’nu engelleyenlere müthiş öfke duyarlar ve bu durum onların safra keselerini ve safra yollarını olumsuz olarak etkiler. Hepatit ve sarılık gibi karaciğer rahatsızlıkları da genellikle öfke , intikam , aldatılma ve kin duygularının sonucu gelişebilir. Mide problemleri yaşayanların genel tavrı yeni fikirlere çok kapalı olup , ikilikleri algılamayı reddetmek olabilir. Belirsizliğe tahammül edemeyen kontrolcü ve kaygılı kişiliklerdir. Kararsızlık , öfke duyguları ile karıştığında kişiye mide bölgesinde çok rahatsızlık , gastrit , ülser , mide yanması gibi yaşatır. Açıkçası yeni oluşan durum , tutum ve davranışları hazmedememekten kaynaklanan çeşitli enflamasyon durumlarının sonucu bu tür kronik hastalıkları yaşamaktır. Esneklik , olumlu tarafa odaklanmak , hoşgörü , yaşananların sevgi yanını keşfetmek bu tip rahatsızlıkların üstesinden gelirken önemli katkıda bulunabilir
Zehirlenmelerde kişinin kendi düşünceleri ile ilgili olabilir. Toksik ve zehirli düşüncelere sahip olanlar yediklerine karşı daha hassas olup çabuk etkilenebilirler. 3-5 kişi aynı yemeği yiyip de sadece birinin zehirlendiği durumların psişe üzerinden açıklaması olarak bu durum kabul edilir. Zihnimiz tarafından en çok etkilenen organlarımızdan Pankreas ayrı bir önem taşımaktadır. Sadece insülin salgılanmasından değil , ayrıca kandaki şeker seviyesini de dengeleyen tek organımızdır. Pankreas ‘ın işlevlerini yerine getirmediğinde oluşan ‘’hipoglisemi’’ önemli bir rahatsızlıktır. Altında yaşam sevincinden yoksun olmak ve yaşamdan keyif alamamak etkenleri yatmaktadır. Hipoglisemik kişilerin yaşamın neşeli, keyifli taraflarını göremedikleri ve hayatlarını yeterince neşeli ve mutlu hale getiremedikleri düşünülür. Diyabette ise kişilerin duygu dünyaları biraz daha farklıdır. Hayatta sevgiyi bulamadıklarına inanıp sürekli bunu arayanlardır. Genelde sevgiyi almakta zorlanan insanlardır, içlerinde hep bir hüzün olabilir ve sevgiyi almayı hak etmediklerini düşünebilirler. Bu rahatsızlığı geliştiren kişilerin çareyi dışarıdan gelen bir uyarıcıya değil de kendi istek arzularını gerçekleştirmenin çare olacağını anlamaları gerekir.
4-) Bu bölge kalp çakrası ile ilgili göğüs bölgesidir. Önden kalp , akciğer ve bronşların olduğu yerdir. Arkadan ise sırt , enseye kadar gelen 12 önemli omurganın , omuzların kollar ve ellerin bulunduğu alandır. Kalp enerjisinin sevgi tarafından beslenmesi gerekir ve ne zaman ki hem kendine , hem de başkalarına karşı eleştiri , yargılama ve beğenmeme , sevgi duyamama gelişir, o zaman bu bölgede problemler oluşabilir. Bütün kalp problemleri mutluluk ve neşenin hissedilmediği durumlarda gelişir. Kalp problemleri olan kişilerin kendilerini ve başkalarını affedip , sevgi vererek iyileşmeleri daha kolaylaşır.
Kalp krizi geçirenler çoğunlukla ya parayı ya da gücü kendilerinin önüne koyarak kalplerinin sevgi alma ve verme ihtiyaçlarını önemsemeyenlerdir. Omuz ve sırt ağrıları ve hastalıkları ise bir çoğumuzun bildiği gibi kendimize ait olmayan sorumlulukları yüklenmek ile ilgili olabilir. Sırtlarından sorun yaşayanlar bir çok sorumluluğu yerine getirirken, bunları başkalarından karşılık bekleyerek yaptıklarını fark edemezler. Yeterince karşılık alamadıklarını düşündüklerinde ise kızgınlık ve öfkenin de yükü omuzlarına biner. Sevgi dilleri daha çok karşısı için bir şeyleri yapmak ve o’na yapılmasını beklemek ile ilgilidir. Duygusal alışveriş dengesini bulabilmeleri onların bu sorunu aşması için iyi bir adım olacaktır. Omuz ağrıları ise yine kendine ait olmayan veya zorunlu bırakıldığına inandığı yükleri taşıyanlarda veya herkesin mutluluğundan , iyiliğinden kendini sorumlu tutanlarda sık karşılaşılan bir durumdur. Kollarımıza gelince çalışmak ve kucaklamak için en çok kullandığımız uzuvlarımızdır. Kucaklamak derken sadece insan veya hayvanları değil yeni bir durumu da sembolik olarak kollarımız ile karşılarız. Kollarda ve ellerdeki sorunların kaynağı kişinin yaptığı işi sevgiyle değil , ancak olumsuz duygularla yerine getirdiğini gösterebilir. Bu durumda kişi ya işini değiştirmeyi düşünmeli veya yaptığı işe farklı gözlerle bakmayı denemelidir. Ayrıca belki kollarını sevgiyle yakınlarını kucaklamak için kullanmayı deneyebilir. Kollarında rahatsızlık yaşayanların bir kısmı da hayatta yaptığı işte yeterli olmadığını düşünenlerde daha çok ortaya çıkar. Yaptıkları işlerle ilgili bunu düşünenlerin kendilerini dışardan görmeye çalışmaları ve başkaları benzeri işleri yaparken onları gözlemlemeleri belki kendilerinin de onlar kadar veya daha iyi yaptığını fark ettirebilir.
Ellerdeki sorunlarda , kollardaki problemlere çok benzer sebeplerden oluşur. Alma ve verme dengesini de ifade eden eller ve kollar kalp bölgesinin uzantılarıdır. Bundan dolayı bu bölgedeki rahatsızlıklar genellikle ‘’sevgi’’ alışverişindeki her türlü dengesizliklerin sonucudur. Sol taraf daha çok almayı temsil ederken , sağ tarafta vermeyi anlatır. Sevgiyle alıp veremediğimizde veya sevgiyi hem kendimize alamadığımız ve de veremediğimizde kollar ve ellerimizde farklı sorunlar oluşabilmektedir. Göğüslerde ( memeler) hangi cinsiyet olursa olsun kişinin dişil enerjisini , parçasını temsil eder. Bu da fazla korumacı ve kollayıcı tutum sergileyen ve sürekli müdahale eden bir tavrın temsilidir. Böyle bir anne ile büyüyen erkekler yetişkinliğe geçişte annelerinin koruyucusu ve kollayanı olurlar. Kızlar ise aynı tavrı eş veya sevgililerine sergilerler. Bu durumlarda daha çok kendi yanındaki için kaygılanan , gergin , müdahaleci ve kontrolcü bireylere dönüşürken bu fiziksel olarak göğüs bölgesinde farklı sorunlara yol açabilir.
Bedenimizin kalp çakra bölgesindeki önemli hastalıklardan biri de damarlar ile ilgili olanlarıdır. Bu durum aynı zamanda kan değerleri ile ilgilidir.’’ Kan’’ yaşam sevincini temsil eden, kişinin kim olduğunu ve nasıl yaşadığını gösteren en önemli bedensel değeridir. Kan değerleri üzerinde yediğimizin , içtiğimizin çok büyük etkisi görülürken , zihinsel ve duygusal yaşantımız da bir o kadar etkilidir. Yaşamında daha çok hüzün , korku , öfke hisseden kendine yönelik yargılama/ eleştiri yapan kişilerde kan değerlerinde problem olacaktır. Özellikle anemi/ kansızlık veya türlü toksinin birikimi ortaya çıkacaktır. Eğer kişinin damar yolları kapalı ise, yaşamındaki sevginin azlığını veya yokluğunu da belirler. Kolesterol yüksekliği yaşama sevincindeki blokajı temsil ederken , pıhtılaşma problemleri yaşayanların daha çok kendilerini hayatta çok yalnız hisseden insanlar olabileceğini düşünebiliriz.
Yüksek tansiyon; sürekli olumsuz ve kaygılı düşüncelere sahip insanlarda bir süre sonra oluşan büyütme/ drama haline getirme durumu geliştiğinde ortaya çıkabilir. Kızgınlığını bastırmaya , tutmaya çalışan kişilerde daha sık rastlanır. Yaşamını daha çok kafasında kurgulayıp , içinde yaşayanlarda daha sık görülebilir. Kişi ya bakış açısını farklılaştırıp meseleleri kafasında büyütmemeyi öğrenmeli ya da buna bağlı gelişen duygularını dışa vurmalıdır. Bu şekilde damarlarındaki gerilimin rahatladığını fark edecektir.
Düşük tansiyon ise genelde yaşamını mücadele gerektiren durumlarında baştan havlu atan kişilerdir. Yaşam enerjileri çabuk düşer ve nasıl olsa ben baş edemem diye denemeden pes ederler. Sorumluluk almak onları çabuk yorar , o yüzden kaçınırlar. Tabii bu durum her düşük tansiyon sahibi için geçerli olmayabilir. Çünkü bazı kişiler düşük tansiyon değerleri ile de kendilerini iyi hissederler. Belki de bu durum onlar için geçerli olmayabilir.
Solunum yolları ile ilgili sorunların en başında sıkça duyduğumuz ‘’ astım‘’ gelir. Farklı çeşitleri olan ve genelde çocukluk ve gençlik yıllarında ortaya çıkan bu hastalık rahat nefes alamamak ve boğulma duygusu ile ilgilidir.Genelde üzerlerine çok düşülerek büyütülen çocuklarda ,kişilerde olur. Öncelikle başkaları tarafından değil de daha çok kendilerinin yapmak istemedikleri tarafından boğulmuş hisseden kişilerde olur. Bazen de aileleri çok fazla üstlerine düştüğünden bu ilgi ve alakayı hep tutmak amaçlı bir bilinçaltı dikkat çekme tepkisidir. Veya çok müdahaleci ailelerde , beklenenleriyerine getirmek yerine , yaptırmak amaçlı bir tepkide olabilir. Başkaları tarafından sevilmek istediklerinde de bu durum gelişebilir. Öncelikle kendilerinin en olumlu taraflarına odaklanarak kendilerini sevmeyi öğrenmeleri ve herkesin onları sevmeye mecbur olmadıklarını bilmeye ihtiyaçları vardır.
Akciğerlerde yaşanan sorunları ise genelde yaşamayı hak etmediğini düşünen , hayatını olduğu gibi kabul edip götüremeyen , kaldıramayan yaptığı hiçbir şeye fazla ilgisi kalmayan ciddi depresyon belirtileri gösteren kişilerde oluşabilir.Anfizem şeklinde ortaya çıkan akciğer sorunları hayatından hiç memnun olmayan kişilerin kendilerinde yarattıkları bir hastalık olabilir. Zatüree daha çok yaşamındaki bir çok şeyden yorgun düşmüş ve sorumluluklardan bıkmış kişilerde görülür. Bu yüzden yaşlıları daha çabuk tutabilir. Belirli yaşın üzerindeki insanların yaşlarını bir kenara bırakmaları ve hayattan tekrar zevk alabilmeleri önemlidir. Bunu yapmalarına en büyük engel yaşlarını düşünmeleri ve ruhlarının ihtiyaçlarını göz ardı etmeleridir. Yaşlarına uygun davranmamak ve gücü yettiğince hareket edip , bağlı oldukları aktiviteleri sürdürmek onların hayatı yeniden keyifli bulmalarını sağlayabilir,
Bronşit gibi hastalıklar ise kişiyi zorlayan ilişkilerinolduğu , artık iletişimsizlikten veya agresif iletişim sonucu oluşan olumsuz atmosferden yada dayanamayacaklarını düşündükleri aile çevresinde gelişir. Bu durumdan olumsuz etkilenen kişiler kendilerini artıkbitik , bıkkın , yılgın hissederler ve bu onları gerer ve özellikle bunu bronşlarında hissederler.
Boğaz , boyun , yüz ve baş bölgelerini kapsayan diğer 3 çakra bölgelerinde oluşabilen hastalıkların duygusal sebepleri ile ilgili yazımı ilerleyen haftalarda okuyabilirsiniz.
Sevgiyle kalın.
HASTALIKLARIMIZIN KAYNAKLARI ( 2 )
5. Bölge Boyun / Boğaz çakrasıdır. Boğaz ve ense bölgelerini , çeneyi ve dudağımızın üstüne kadar olan kısmı temsil eder. Özellikle ön tarafta yer alan boğaz bölgemiz yaratıcılığı ifade ettiğimiz bölgedir. Yaratıcılığımız ve benlik duygu , düşünce ve inançlarımız bu bölgedeki enerji sayesinde konuşarak ses ile dışa vurulur. Bu enerjinin kökeni gırtlak çevresidir. Kutsal merkezden güç alır ve sesin gücünü ortaya çıkarır . Sadece doğrular söylendiğinde bu enerjinin kalitesinin yükseldiği söylenir. Yani dünyaya ve çevremize yansıttıklarımızın en somut halidir. Ses enerjisi önemlidir. Bu enerjiyi kaliteli bir şekilde kullandığımızda mucizeleri oluşturmaya başlayabiliriz. Ne zamanki biz yüzleşmek zorunda kaldığımız kişileri ve durumları suçlamaktan vazgeçip yüksek benliğimizin tüm bunları bizim bilinçlerimizi geliştirmek için önümüze getirip , yarattığını kabul ederiz, işte o zaman bu enerjiyi doğru şekilde kullanmaya başlamışızdır. Boğazımız aynı zamanda bize doğru gelen şeyleri de alma yani içimize kabul etmeyi temsil eder. Ancak eğer dünyayı güvenilmez ve olumsuz bir yer olarak algılıyorsak , o zaman bize sunulanların olumsuzluklar olduğuna inanarak bu yönden zihnimize gelen verileri işleyerek ancak mutsuzlukları ve olumsuzlukları içimize alabiliriz. Bu ifade etme / verme ve alma dengesi ta ki biz iyicil ve besleyici bir evrene güvenmeye dönüşünceye kadar sürer.
Bu çakrada yer alan önemli bir bölgede , boyun bölgesidir. Bu kısımda daha çok düşünceler işin içine girer. Omuriliğimizi beynimize bağlayan son 7 omurga bu bölgede yer alır. Zihinsel beden boyutunda yer alan boyun ve ense kısmında oluşan problemlerin kaynağı solar plexus ve kalp çakra bölgelerindeki gibi duygusal nedenlerden çok düşünce biçim ve kalıpları ile ilgilidir. Bu bölgede yer alan ve sıklıkla karşımıza çıkan eğri boyun olarak bilinen ‘’tortikolis’ kişinin boynunu sağa sola yeterli derecede çevirmesini engelleyen kas kasılmalarıdır. Kendini bir başka durum ve şekilde görmek istemeyenlerde oluşur. Yeni durumlardan korkup kaçınan kişilerde rastlanır. Özellikle boynunu sağa sola çeviremiyorsa kişi kimlere ‘’Hayır ‘’ demeyi başaramadığına ve nedenlerine bakmalıdır. Eğer başını öne ve geriye oynatmakta zorlanıyorsa ’’Evet ‘’ demesi gereken hangi durum ve kişiler olduğuna dikkat etmelidir.
Ense kökünde ağrı ve sorun yaşayanların ise kendi iç seslerine güvenmeleri ve seçimlerinin arkasında durmaları önemlidir. Bu kişiler iç dünyalarında bir çok şey hayal edip , diğerleri onaylamaz diye hayata geçiremeyen kişilerdir. Kendi varlıklarına daha fazla değer vermeli ve kendilerini ifade etmekten kaçınmamalıdırlar. Boğaz ağrı ve problemleri ise kızgınlık ve kırgınlıkları yutup , biriktirmek ile ilgilidir. Aynı zamanda hayatındaki bazı şeyleri değiştirememekten de kaynaklanır. İsteklerini ve ihtiyaçlarını söyleyemeyen kişilerde oluşan kızgınlık ve öfke duyguları ifade edilmediğinde içe dönük kızgınlık oluşur ve bu boğaz enerjisinin kalitesini bozarak enflamasyonlara ve boğaz hastalıklarına yol açar. Örneğin bademcik iltihaplanmasını sık sık yaşayanların büyük bir kızgınlık içinde olup bunu ifade edemedikleri düşünülmektedir. Ancak önemli gördüğü bir otorıte figürüne söylemek istediklerini korku duyguları yüzünden söyleyemeyen kişilerde ise daha çok ses kaybına uğradıkları ‘’larenjit’ ’gelişebilir.
Bu çakra bölgesindeki en önemli hastalıkların geliştiği yer ise ‘’Tiroit’ ’bezidir. Genelde tiroit hastalıkları hayatını istediği yönde yaratamayan ve yaratıcılığını ifade edemeyenlerde görülür. Bu hayati bezimiz metabolizmamızı düzenler ve bedenimizin iod üretimi burada gerçekleşir. İod güçlü bir antiseptiktir ve bedenimizdeki toksinleri uzaklaştırır. Boyun bölgesi başlı başına kafamızı bedenimize bağlayan bölge olduğundan başlı başına önemlidir. Yani kişinin ruhsal ve fiziksel parçaları arasındaki köprüdür. Nasıl ki beynimiz komut eder bedenimiz yapar , zihnimizden geçenleri de dışa yansıttığımızda gerçek ihtiyaçlarımız yerine sahtelerini söylersek tiroit bezimizde problem oluşur. Örneğin hipertiroit ( gereğinden fazla çalışan tiroit bezi) olan kişiler hayatlarında bir çok farklı şey yaratırlar ancak gerçek ihtiyaçlarını ortaya koyamadıkları ve sustukları ( veya susturuldukları) için başkaları yapmak istediklerine engelmiş gibi nefret ve öfke duyanlardır. Hipotiroit (tiroit bezinin yetersizliği) ise benzer nedenlerle oluşur , ancak en yakınlarına içinden geçenleri ifade edemeyen , saklayan ve kendi yaşam kararları almaktan kaçınan ve hayatında bir çok şeyde yaratıcılığını ortaya koyamayanlarda daha çabuk gelişen bir rahatsızlıktır. Türkiye’de kadın hastalığı olarak daha çok görülür ve çok sık rastlanan bir durumdur. Yüzyıllardır bastırılan , başına gelenleri dahi anlatmayan aile ve çevre baskısı ile kendi hayatını yaratamayan Türk kadını için artık genetik bir hastalığa dönüşmüştür.
Ağız içi sağlığı genelde dışa vuramadığımız ve kendimizde utandığı olumsuz ve toksik düşüncelerimizden kaynaklanır. Kendine ve başkalarına karşı gerçekten çok olumsuz düşünceler farklı ağız içi hastalıklarına yol açar. Örneğin ağızda çıkan aftlar / yaralar veya sürekli ağız kokusu gibi….)Diş gıcırtatmalar özellikle uyurken bunu yapanların gerginliklerin birikimi ile oluşan tahammülsüzlüklerinin ifadesi gibidir. Gözyaşlarını içerde tutanlarda daha çok görülebilir. Dişeti sorunları ise kendi kararlarından emin olamayan , hata yapmaktan korkan, harekete geç komutu veren bedenlerini durduran ya da yaşam sevincinde azalma olan kişilerde oluşmaktadır. Çene ve çiğneme ile ilgili sorun yaşayanlarda kendilerinde nereden geldiğini bile bilemedikleri bir kızgınlık ve öfke belirtisi olabilir.
Burun ve boğaz enfeksiyonlarına sıkça yakalanan ve şiddetli grip olan insanların kendi içlerinde yaşadıkları önemli konulardaki tezatlıklar sonucunda bağışıklık sistemlerinin düşmesi ile oluştuğu söylenebilir.
6. Bölge 3 göz çakrasının olduğu yüz bölgesini ve burundan yukarı olan kısımda yer alan hipofiz bezinin olduğu bölgeyi kapsar. Hipofiz bezi bedenimizdeki tüm bezlerin yöneticisidir. Bu bölgedeki enerjinin frekansı çok yüksektir ve titreşimi de çok yoğun olur. Alın bölgesindeki bu merkez aynı zamanda fiziksel güç ve kabiliyetlerimizin de geliştiği merkezdir. Bu bölgedeki önemli rahatsızlıklardan biri de sinüzit ve burun ile ilgili hastalıklardır. Etrafında olan bitenlerdeki iyiliği ve sevgiyi görmek yerine sürekli eleştirilecek ve yargılayacak şeylere odaklanan daha çok bunları hisseden kişilerde görüldüğü tespit edilmiştir. Horlama eski düşünce kalıplarından çıkamayan yaşam ve kendi ile ilgili farkındalığı daha az olan kişilerde sık sık ortaya çıkabilir. Sağırlık veya kulaklardaki sorunlar genelde inatçı kişiliği olan ve kendini uzaklaştırmak isteyen kolaylıkla kendini reddedilmiş hissedenlerde görülebilir.
Duyduklarını çok fazla ciddiye alan bu kişilikler aynı anda şiddetli bir kızgınlık içinde de olabilirler. Başkaları ile empatik bir ilişki kurmayı deneyip daha çok sevgiyle yaklaşmaları onların iyileşmelerine yardım eder. Gözlerdeki problemler genelde küçük yaşlarda oluşanlar veya orta yaşlarda ortaya çıkanlar olarak ikiye ayrılabilir. Küçük yaşlarda yaşanan görme problemleri ailedeki gerginlik ve stresin dışa vurumudur. Sistemin en masum üyesinde ortaya çıkar.Ya da çocukluk korku ve endişeleri görme ile ilgili sorunlar oluşturur. Ancak orta yaşlarda ortaya çıkan görme problemleri daha çok hayatındaki önemli şeyleri kaybetme korkusu ile ilgilidir. Uzağı görememe gelecek endişesi ile ilgiliyken yakını görememe ise şimdi ve şu anda hayatında gördükleri onu gelecek adına endişelendirdikçe oluşur. Bir türlü kendi güzelliğini ve ihtişamını göremeyen ve inanamayanlarda ise astigmat oluştuğu söylenebilir.
Kısaca baktığımızda görme sorunlarının her türlüsü endişe , kaygı , korku ve tedirginlik duygularının yarattığı stresler sonucudur. Ne ilginçtir ki alın bölgesinde yer alan burun , boğaz , kulak ve gözler gibi uzuv ve organlar en çok çocuklukta etkilenmekteler. Çünkü alın bölgesi aslında var olmayı , varlığımızı temsil eder. Duyarlı ve saf olan çocukluk döneminde , o yaştakiler etraflarında görüp , işitip , hissettikleri çeşitli olumsuzluklardan müthiş etkilenirler ve bunu ifade edemedikleri ve bu şekilde var olmak onları zorladıkça bu bölgedeki organlarda çeşitli hastalıklar oluşur. Özellikle aile ortamında oluşan çeşitli olumsuzlukları saf ve sevgiye muhtaç olan çocuklar sevgisizlik olarak algıladıkça daha sık hastalanırlar. Onlara yetişkin dünyasında olan bitenin tüm uyumsuzluğuna ve olumsuzluğuna rağmen onları her daim sevdiğimizi söylemek ve ilgilenmek onları rahatlatabilir , dünya ve çevreye uyum sağlamalarını kolaylaştırır.
Alın bölgesinde sık sık karşımıza çıkan bir diğer problem ise baş ağrısıdır. Baş ağrısının en önemli nedeni bir durum veya olayın veyahut bir kişinin insan üzerinde baskı yaratmasıdır. Bu baskıya çeşitli nedenlerle katlanan kişi beraberinde baş ağrısı çekmeye başlayabilir. Alın bölgesinde oluşan bir baş ağrısı , kişinin kafasını fazlasıyla yorarak iyi veya kötü mü yapıyorum endişesinin bir ifadesi olabilir. Gelecekten endişelenen ve oluşabilecek şeylerle ilgili bir an önce sonucu görmek isteyenlerde baş ağrısı daha yaygındır. Ancak bu konuda daha da önemli olan ,alın bölgesinde baş ağrısı çeken kişilerin sürekli kendini eleştiren , yargılayan ve kendini kolay kolay takdir etmeyen kişilikler olduğu sık rastlanan bir bulgudur.
Bu bölge aslında kutsal bölge olarak adlandırılan cinsel enerjinin merkezi 2. çakraya direk bağlıdır. Bu yüzden genelde migren ağrılarının nedeni cinsel hayattaki tatminsizlik ve dolayısı ile yaratıcılıktaki tatminsizlik olarak tespit edilmiştir. Öncelikle , migren şikayeti olanların hayatlarını yaratmaları için kendilerine güvenmeleri ve inanmaları önemlidir. Başkalarına bağımlı olduklarını zannetmekten vazgeçmeliler. Örneğin: İstemediği bir işi yapmak zorunda hisseden birisi , hayatta seçimi olmadığına inanabilir. Ancak kendini güçlendirip , güvenirse harekete geçebilir ve işini değiştirme sürecine girer. İşte böylece hayatını yaratmaya başlar.
Depresyon son yıllarda büyük bir sıklıkta yetişkin yaşamında daha çok ortaya çıkan psikolojik bir rahatsızlıktır ve bu enerji merkezi ile ilgilidir. Yaşam sevinci ve isteğini kaybetmek ve kendini gereksiz , önemsiz , değersiz ve suçlu hissetmek ile doğrudan ilintilidir. Bireyselliğin ve kendi düşüncelerinin tamamen bozulduğu bir zihin durumudur. Kendine güven ve değer duygularının sarsıldığı bu rahatsızlığa sığınarak yaşamında baş etmesi gereken sorunlardan kaçmayı da kolaylaştıran ruhsal bir hastalıktır .Kendini ve özünü sevmenin ne olduğunu anlamak ve içindeki yaratıcı benliği bulmak bu hastalığı yaşayanların ilk başta yapması gerekenlerdir.
7. enerji merkezi baş ve başın tepesini kapsayan bölgedir. Bu bölge ‘’pineal ‘’ bezinin yer aldığı insan bedeninin özel bir kısmıdır. İnsan için kendinin de Tanrının bir yansıması olduğunu ve yaratıcının ( co creator ) yardımcısı ve temsilini ifade ettiğini anlamanın ve aydınlanmanın merkezidir.
Beyin tümörleri bu bölgede oluşan ciddi rahatsızlıklardır. Eski düşünce ve bakış açılarını inatla değiştirmek istemeyen kişilerde oluştuğu bilinmektedir. Ruhunun ihtiyaçlarına rağmen farklı davranarak kendini aşırı zorlayanlarda daha kolay ortaya çıkmaktadır. Bu durumda beyin bedenin ihtiyaçlarını hiçe sayarak davranmaya başladıkça hastalanmaktadır.
Psikoz , nevroz ve şizofreni gibi hastalıklar metafizik açıdan bakıldığında kişinin tamamen kendi benliğinden uzaklaşma ya da kabullenememesinden kaynaklanır. Kendi doğasını anlamamak ve kendini başka bir varoluşa teslim etmekle ilgilidir. Benliğinin hiçbir parçasını olduğu gibi kabullenememektir. Kendini benliğini bir başka kişilikte yaşamak istemektir. Bu tür akıl hastalıkları olan kişiler genelde çok zeki olup kendi doğasını kabullenmeyerek sürekli insanın doğasını anlamaya çalışıp durmaktadırlar. Çok yüksek düzeyde yaşadıkları anksiyete ( korku, kaygı , endişe , heyecan ) yüzünden tüm dünyayı güvensiz , kabul edilemez ve tehlikeli bulurlar. İçlerindeki tanrısallığa asla inanmazlar ve kötüyü insana dair olarak görmeyip şeytani güçlere (dış güçlere) mal ederler. Böylece Tanrı bilincinden çok uzaklaşıp dıştaki güçlerin varlığına inanıp sürekli tüm dünyayı kontrol etmeye kalkarlar. Üst beden çakraları çok fazla etken olurken kök çakraları ve cinsel çakraları sürekli kapalıdır. Ne zaman ki yoğun olumsuz duygular yaşarlar , enerji bedenlerinde sanki bacakları ve kalçaları ayrışır.
Bu tür hastaların beslenme diyeti mutlaka her türlü şekerden uzak olmalıdır. Hiçbir bilginin (kitap, tv, dvd…vs) onları uyarmadığı ortamda olmalıdırlar. Sürekli enerjilerini topraklamak ve kök çakralarını açmak için açık havada ve toprak üzerinde bazı aktiviteler ( bahçecilik , çiçekçilik gibi) onlara çok iyi gelir. Ve sürekli sevgi ortamında olmalıdırlar. Sevdikleri tarafından şefkat ve anlayışla sarmalanmalıdırlar. Delilik olarak adlandırdığımız tüm diğer akıl rahatsızlıkları aslında keskin bir biçimde hayattan kopma isteği ile ilişkilidir.
Menenjit hastalığına yakalananların ortak noktaları özellikle aşırı hassasiyet ile olaylara tepki veren , dramatize eden kişiler olmalarıdır. Aynı ağır ateşlenmelerde olduğu gibi yoğun bir kızgınlığın sonucu oluşan bir tepkileri de menenjit olabilir. Önemli olan bu hastalıkta kişinin artık çevresinden çok kendinin kendinden sorumlu olduğunu fark edip başkalarının mutluluğundan sorumlu olmadığını anlamasıdır.
Epilepsi (sara hastalığı) ülkemizde sıklıkla ortaya çıkan kronik bir rahatsızlıktır. Ataklar halinde ortaya çıkan bu hastalığın duygusal sebepleri daha çok cezalandırıldığına inanmak veya yaşadığı hayatı ret edip içinde şiddet duyguları beslemek ile ilgilidir. Belki şiddet gören bireylerde ortaya çıkabilmektedir. Veya birisine karşı aşırı şiddet duyguları beslemekle ilgili olabilir. Bu durumda kişi kendini o kişi yerine cezalandırılmış hissedip tamamen kimliğini ret edebilir. Genelde çok yumuşak görünebilen kişilerde oluşurken bu tiplerin içlerinde büyük bir tezatlık yaşadıkları anlaşılmaktadır. Bu rahatsızlık genelde çocukluk döneminde başlar, çekirdek aile içinde yaşanan olay ve ebeveyn tutumlarının sonucunda çocukta oluşan , bu tür duygusal sorunların dışavurumudur. Son olarak 7. çakra bölgesinde yer alan saçlarımız ve başımızın saçlı derisi ile ilgili bir çok problem genelinde psikosomatik olup bir çok kişi tarafından o ya da bu şekilde hayatının belirli dönemlerinde yaşanabilir. Saçlarımız bizi kozmik enerjiye bağlayan antenlerdir. Saç dökülmesi yaşamın ve kendilerinin ilahi ve manevi güçlerini fark etmeyip , yoğun endişeler yaşayarak hayatın materyel yönü ile çok meşgul olanların karşılaştığı bir sorundur. Yaşam mücadelesi verdiğine inanıp , olaylar karşısında kendini çaresiz hissedenler ve sürekli hayatı kontrol etmeye çalışan kişilerde saç dökülmesi çok sık yaşanabilir.
Bu durunda kişinin sakin olması ve yaşamın aslında bizim daha iyi olmamız için , daha çok sevgi enerjisi ile olayları kucaklamamız için var olan bir itici güç olduğunu anlaması önemlidir. Elimizden gelenin en iyisini yapmak için huzurlu bir noktadan baktığımızda kendiliğinden yaratıcı çözümler üretebildiğimizi görebiliriz. Önemli olan yaratıcılığımızı ortaya koyarak çözümler üretmek ve evrensel itici güce inanmaktır.
Bu çakra bölgelerinin her birinde oluşabilen , sadece bir alana özel olmayan diğer hastalıklar ile ilgili yazılarıma önümüzdeki günlerde devam edeceğim. Şimdilik sevgiyle kalın….
Bilun Altunlu Armağan
Yaşamınızdaki başarıyı ve mutluluğu sizin düşündüğünüz gibi zekâ, para, güzellik, cazibe, beceri, yetenek vs. gibi kaynaklarınız belirlemez. Sadece sizin inançlarınız; kendiniz ile ilgili ve olabileceklerle ilgili inançlarınız belirler. İşte zihninizdeki sınırlar bunlardır. Sınırlayıcı inançlarınız ikiye ayrılır: bilinçli olanlar ve tamamen bilinçaltına yerleşmiş olanlar. Lakin bilinçli olanların farkındayızdır. Örneğin yeni bir işe başlarken bazı inançları geliştirebiliriz : “Biraz gerginim, hafifçe korkuyorum, başaramayabilirim” gibi. Bu ve benzeri şeyleri söyler ama bunlarla baş edebilecek ve bize güç verebilecek cümleler söyleyerek kendimizi daha iyi hissettirir ve yolumuza devam eder veya etmeme kararı alırız.
Ancak önemli olan tamamen bilinçaltına yerleşmiş olup da bizim bilmediklerimiz asıl bizim hayatımızı ve oluşturabileceklerimizi belirler. Bunlar bizim için kör nokta gibidir, hiçbir şekilde bizde olduğunu fark edemediğimiz düşüncelerden oluşurlar. Bazen hayattan beklediklerimiz ve elde etmek istediklerimiz vardır. Bazı koşullarımızı değiştirmek isteriz. Bunun için her türlü yolu dener veya bize söylenenleri yaparız ama yine de “finish” çizgisine varamayız. Tam o istediklerimizi bu sefer gerçekleştirecek ken bir el bizi tutuyormuş gibi olur. Görünmez bir şekilde bir ağırlık ve tuhaflıklar zinciri oluşur ve her şey sanki duvara toslar. Bunlar bizi bazen yitik, umutsuz, kızgın ve bıkkın hale getirir ve ne oldu da böyle olduğunu anlayamayız. Çoğunlukla bizim toplumumuzda kader, kısmet değilmiş, demek ki en doğrusu bu diyerek razı olmaya çalışırız ya da üzerinde durmamayı seçeriz. Ama gerçekte bilinçaltımızda yerleşmiş, duvar kadar sağlam sınırlayıcı temel inançlarımız yaratmak istediklerimize keskin bir sınır çizmiştir.
Bu sınırlayıcı bilinç dışındaki inançlar nereden gelmiştir? Beynimizin çalışma frekansının hipnoz frekansı da diyebileceğimiz “theta” frekansında olduğu 0-7 yaş arasında tüm tohumlar ekilmiştir. Kişinin büyüme aşamasında ise bu inançların etkileri ile oluşturduğu benzer düşüncelerin defalarca tekrarı ile pekişir. Ve bu zihin programı veya zihin sınırları bizim hayatımızı yönetir. Bu programa “paradigma” adı da verilebilir.
YARATICILIĞINIZIN ÖNÜNDEKİ VE ÖNEMLİ ENGEL BİLİNÇALTI BENLİĞİNİZDİR.
Zihnimizin Sınırlarını Nasıl Değiştirmenin Yolları
Paradigmalarımıza yerleşmiş inançları nasıl fark ederiz? Öncelikle kendiniz sorun hangi alanda sıkıntı veya tatminsizlik yaşıyorsunuz?
· Para ve bolluk
· İş ve kariyer mi? Veya
· Aşk ilişkileri
· Sağlık ve beden şekli mi?
Önce alanlarınızı belirleyin ve o alanda neleri farklılaştırmak, yeni neyi yaratmak isterdiniz alt alta yazın. Sonra bunları neden yapamadığınız ile ilgili en az “5” cümle kurun. Yapamıyorum çünkü……………………………………………………………………………………………………………………… Noktalı yerleri doldurun. İşte bu yazdıklarınız sizin bilinçli sınırlayıcı inançlarınızdır. En önemli tarafı bu yazdıklarınızın gerçekte benliğinizi sınırlayan bilinçaltı programınızın yani paradigmanızın semptomları olmasıdır.. Tıpkı baş ağrısının semptom (belirti) olup da, ana nedeninin bambaşka bir yerinizdeki problem olması gibi…
Çeşitli bilinçaltı benlik sınırlayıcı inançlar vardır. Örneğin: “Ben yetersizim, başaramam.” ”Ben kendime güvenemem”, “Ben önemsiz ve değersizim”, “Beni kimse sevmez” … gibi. Ancak bu kişiden kişiye, kişinin karmalarına göre çok farklılaşabilir. O noktada bir profesyonel tarafından analiz edilmelidir.
Anne karnı yaşantımızdan beri bilinçaltı zihnimize yerleşen paradigmalarımız bizim kendimizi ve yaşamı algılamamızı sağlayan bilgi işleme yollarımızı belirler. Zihnimize saniyede milyonlarca veri gelir, bilincimiz bunun ancak 2000’ini işler geri kalan bilinçaltı zihin tarafından algılanır ama biz bunu fark edemeyiz. Ancak “ana programımız” bize ne mesaj veriyorsa yani hangi temel duygu bizde yerleşikse, sürekli bu duyguya ahenkli bir şekilde kendimizi ve dünyamızı algılarız. Bunu tam olarak fark etmek, asıl farkındalığı deneyimlememizi sağlar.
Kısaca biz bilgiyi işleyip yansıtırken bize yansıyanları da aynı doğrultuda algılarken, müthiş bir yansıma yani projeksiyon ortamı oluşur. Bu durum sanki AYNAYA bakmak gibidir. Bu şekilde hayatımızdaki herkes her durum ve olay bize bizi yansıtır, bizde aynı şekilde yansırız.
Örneğin; Her sabah aynaya baktığında ve görüyorsun? Neşeli mutlu bir yüz mü? Yoksa üzüntülü ve sıkkın bir yüz mü? Aynadan yansıyan hoşuna gitmediğinde bakmak istemiyorsun değil mi? Aynada hoşuna giden bedensel özelliklerin veya hoşuna gitmeyenler hepsi sana seni gösterir değil mi? Çevren bakmak aynaya bakmak gibidir. Aynada iyi, kötü, beğendiğin, beğenmediğin sana görünür. Kendi hayatında da aynı şeyler olur, yaşamına çektiğin insanlar sana senin bir tarafını yansıtır. Her gün yüksek bilincin sana seni göstermek için durumlar yaratır. Bu yansıyanların içinde paradigmalarının mesajlarını görebilirsin.
Çevrende ne görüyorsun? Beraber yaşadığın insanları nasıl görüyorsun? Yoldaki insanların hangi taraflarına bakıyorsun? Unutma gözün neyi görürse o senin bir yansımandır. Bu teoriye hatırlayarak günde birkaç dakika geçirmek bile hayatında değişikliklere yol açabilir.
AYNA’YA BAKMAK
Bilun Altunlu Armağan
Sizin yaşamınız oluşan olaylar ve hayatınızda olan kişiler sizin aynadaki bir parçanızı temsil ederler.Özellikle, gördüğünüzde sizi rahatsız eden size kendiniz hakkında en fazla şeyi öğretecek olanlardır. Çevreniz bu bakış açısı altında algılamaya başlarsanız ( evet bu bakış açısını kabul etmek işin en zor kısmıdır) ve bunu kalbinizde hissettiğinizde sanki orada bir kapı aralanır. Bu noktada alnınızın ortasında özellikle pineal bezi’nin orada enerji yoğunluğu oluşur ve zihninize ışığın dolduğunu hissedersiniz. İşte o an aydınlanma anıdır. Bunu deneyimleyebilmek farkındalığını ve yeni sizi yaratmanız için bir adımdır. Örneğin çevrenizde sizi rahatsız eden özellikleri olan kişilere bakın, özellikle her gördüğünüzde sizde olumsuz duygular oluşmasına sebep oluyorlarsa ; kendinize sormalısınız ‘’Ondaki bu durum benim kendim ile ilgili hangi olumsuz inancımı ortaya çıkartıyor? ‘’Bize olumsuz duygular yaşatan her bir kişi veya durum , bizim o noktada bilinçaltı paradigmalarımıza yerleşmiş olan kendimize ait kimsenin bilmediği ve fark etmediği olumsuz inançlarımızı tetikler.Bu inançlar çocukluk yaşantımızda başımıza gelenlerle sürekli karşılaştığımız anne- baba tutumları ile oluşup, pekiştirilen kendimiz ile ilgili mantıksız düşüncelerimizdir. Bunların paradigma’ya dönüşmesine, sürekli tekrarlanan benzer olay ve tutumlarla büyümek veya yoğun duyguların bir anda hissedildiği travma yaşamak, sebep olur. Artık zihnimize yerleşen bu olumsuz düşünceler bizim yaşamı ve çevremizi nasıl gördüğümüzü yani AYNA’ya nasıl bakıp da anlamlandırdığımızı , değerlendirdiğimizi belirler. Bunlar genelde ;
· Ben yeterince iyi değilim.
· Kendime güvenemem.
· Ben layık değilim.
· Ben başaramam.
· Ben beceriksizim.
· Ben hak etmiyorum.
· Ben sevilmem.
· Ben tembelim.
· Ben ezilirim.
· Ben kontrol etmeliyim.
· Ben suçluyum.
Ve buna benzer daha niceleri biz insanların bebeklik , hatta çocukluk yaşantılarında oluşan, koşullarla baş ederken geliştirip bilinçaltına bastırdıklarımızdır. Hatta bazıları , ruhsal karmalarımızda yer almış, doğmadan, implisit hafızamızda bizimle getirdiklerimiz olabilirler. Ruhsal karmalarımız bizim geçmiş yaşam deneyimlerimizden bize kalan olumsuz düşünce ve son dakkikalarımızda yaşadığımız duygularımızdır. Tüm bu olumsuz inançlarımızın çevremizde gördüklerimizle tetiklenmesi de, bizim bunları fark edip üzerinde çalışmamız içindir. Yaşamdan bir örnek verecek olursak diyelim ki çevreniz de kontrolsüzce sigara içen birisinden aşırı rahatsızlık duyuyorsunuz. Önce sizi ne rahatsız ediyor? Sigara kokusu ve dumanı mı? Yoksa onun kontrolsüz veya iradesiz davranışı mı? Bu durum belki de sizin o’na yargılayarak bakmanıza sebep oluyor. Peki kendiniz ile ilgili olumsuz ne düşündürüyor ? ‘’Ben kontrolü bırakamam ‘’ VEYA ‘’O’na bir şey olursa ben tek başıma yapamam’’YA DA’’ Benim dediğim olmalı, ben sürekli onaylanmalıyım. ‘’Olabilir mi ? Bu fark ettiğiniz olumsuz inançlarınızın nasıl başladığını sorun kendinize. Belki anneniz sizden her şeyi kontrol altında tutmanızı istedi ve siz O’nun tarafından sevilmek adına hayatı sürekli kontrol etmeyi öğrendiniz veya geçmişte ancak kontrolsüzce yaptığınız bir hata yüzünden anneniz sizi cezalandırdı. Bundan dolayı sizde kontrolü olmayan kişilere karşı kızgınlık yaşayabilirsiniz. Ayrıca kimsenin bilmediği ve görmediği anda sizde hayatınızın bir alanında kontrolsüzce davranıyor olabilirsiniz. Belki de fazlaca yemek yiyorsunuz ya da alışveriş yapıyorsunuz ? Gördüğünüz gibi mesele yanımızdakiler ve onların yaptıkları değildir , mesele daima bizimle ilgilidir.
Devam etmek üzere...
Ayna’ya Bakmak II.
Çevremize nasıl baktığımız kendimize nasıl baktığımız ile çok ilgilidir. Kendimizde bilinçli, bilinçsiz neleri görüyorsak, çevremizde de onları görmeyi seçeriz. Bu fark etmeden yaptığımız ve geliştirdiğimiz bakış açılarımızdır. Eğer kendilik fikrimiz olumsuz ve eksiklikleri görmek üzerine kurulu ise, diğer her şeyi de bu bakış açısından görmeyi seçeriz. Daha önce yazdığım gibi paradigmalarımızın doğrultusunda gelişen bilgi işleme yollarımız (neuropathways) bize neyi görüp, neyi görmeme konusunda sürekli rehberlik eder. Örneğin doğaya bakın, gözünüze ilk neler çarpıyor? Çamur, ölü yapraklar, böcek ve solucanlar onların sizin hoşunuza gitmediği mi? Yoksa doğanın bize sunduğu her bir şeydeki (çamur vs. dâhil) güzellikler mi? Sokağa çıktığınızda, gözünüz karışıklık, düzensizlik veya kirli olana mı takılıyor? Yoksa güzellikleri (güzel bir mağaza, sokağın başındaki ağaç ve o anda dama konmuş bir serçe gibi) mi görüyor? Neyi görmeyi ve nasıl görmeyi seçiyorsanız, bilin ki kendinize ve diğerlerine de aynı şekilde bakıyorsunuz. Böylece hayatınızı oluşturuyorsunuz. Her baktığınızda güzellikleri görebilmek sizin gerçek gücünüzdür. Beş duyumuz ile algıladığımız her şey bizim bilinçli/bilinçsiz zihnimizi besler. Bütün gördüklerimiz okuduklarımız bizim zihnimizin besinidir. Bu noktada karar verecek olan sizsiniz; zihin gıdanız besleyici mi olmalı, yoksa hastalıklı mı?
Güzellikleri görmek bir sanat gibidir. Bu amaçla çevremize bakmayı seçebilir ve bunun eğlenceli bir oyuna dönüştürebilirsiniz. Üstelik gözümüzün gördüğü her şey bilinçaltı zihnimize yerleşir ve bilinçaltı zihnimiz sadece bizim duygu ve otomatik düşüncelerimizi değil hayatımızı oluşturacak kadar güçlüdür. Baktığınız, okuduğunuz her şeyde olumluya odaklanın ve hatta olumsuz resim, görüntüler (film, televizyon)dan kaçının. Bilinçaltı zihin detox’u yapın. Sosyal vicdanımızı, kolektif bilincimizi rahatsız eden görüntüleri zihninize kaydetmeyin, çünkü tüm bu imgeler hayatınızı oluşturan güçlerdir.
İmajinasyon (imgeleme) egzersizleri işinize yarayabilir. Yaşamınızda ve sizde gerçekleşmesini istediğiniz durumları zihin gözünüzde canlandırın. Boşuna iyi gitmeyen ve eksik olan şeylerle zihninizi doldurmayın. Aklınıza olumsuzluklar geldiğinde bunun yerine neyin olmasını istediniz bunu zihninizde canlandırın. Bunların gerçekleşebileceğine inanmayı deneyin. Hatta bu canlandırmalar esnasında, hayallerinizi desteklemek için o durumun sizde yaratabileceği duyguları deneyimleyin. Tüm bedeninize o olumlu duyguların enerjilerini hissettirin. Sonra bunların hangi duygular olduğunu yazın. Örneğin: Neşe, sakinlik, huzur, dinamizm, rahatlık, güven vs……. Bu kelimeleri kullanarak kendinize olumlamalar hazırlayabilirsiniz ve gün içinde bunları kendinize hatırlatabilirsiniz. Örneğin: Ben neşeliyim, ben sakin ve huzurluyum, ben güvendeyim, ben rahatım-içim rahat ben dinamik ve hareketliyim gibi… Bu cümleleri her tekrarladığınızda zihninize o olumlu imgeler gelecektir. Böylece tüm bu oluşmasını istediklerinizi yaratma şansınız artacaktır.
Bunların işe yarayamayacağını ve size hikâye gibi geldiğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Bu bizim yaşamımızı yaratabilme gücümüzün sadece bir parçasıdır.
Psikodramanın yaratıcısı J.L Moreno’nun dediği gibi biz hepimiz Tanrı’nın co-creator (yaratıcılık asistanı) ‘larıyız. Her daim güzellikleri görün.
Sevgiyle Kalın…
FARKINDALIK YOLUNDA ‘’ İŞİTTİKLERİMİZ VE DİNLEDİKLERİMİZ ‘’
İşitme duyumuz bize kendimizi fark etmek yolunda önemli bir etkendir. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki insanların bir çoğu işittiklerinin ancak %10’u dinliyor. Yani bize önemli gelen ve işimize yarayacağını düşündüklerimizi dinliyoruz. Ya da bize anlamlı gelen , bizde olumlu / olumsuz duygular yaratan sesleri , sözcükleri dinliyoruz. Genelde modern toplum olumluyu duymaya pek alışkın olmayabilir. California’ da sadece iyi haberleri veren bir radyo üç gün içinde kapanmıştır.
Şimdi yaşamınızda ne kadar sevgi’yi işitiyorsunuz ? Ya da işittiklerinizde sevgiyi duyuyor mu.. ? Yoksa çevrenizdekilerin eleştiri , yargı , yalan veya iki yüzlü sözlerine mi daha çok maruz kalıyorsunuz ? Eğer bilinç dışından , otomatik olarak kendimiz ile ilgili irrasyonel ama bir o kadar da gerçek olumsuz inançlarımız / düşüncelerimiz zihnimizde daha baskınsa ; o zaman yakın çevremizdekilerden benzer yargı ve eleştirileri duyabiliriz . Ya da her gün işittiğimiz bize söylenen belirti söylemleri fark edebiliriz. Bu tür yorumlar veya tespitler genelde ya çok yakınlarımızdan veya sürekli vakit geçirdiğimiz iş arkadaşlarımızdan çevremizden gelebilir. Bu söylemler bizim kendimiz hakkında bilinçaltında yerleşmiş paradigmalarımız yani düşüncelerimizin bir yansıması gibidir. Bunların çoğunun farkındalığında olmadığımızdan bize benzerleri söylendiğinde can sıkıcı veya rahatsız edici gelebilir.
Bize söylenenleri hangi yönde algıladığımız yani içindeki sevgiyi işitip , işitmediğimiz önemlidir. Bazen de bizim hakkımızda bize gerçekler söylenir , bunu duyabilmek , kabul edebilmek pek kolay olmayabilir. Ancak bunu duyabildiğimizde belki harekete geçebilir ve kendimizde bazı değişiklikleri yapabiliriz. Öncelikle işittiklerinizi gözden geçirdiğinizde en çok hangi söylemin tekrarlandığını fark ediyorsunuz?
Bunu ciddiye alıp , almadığınıza bakın. Eğer sürekli tekrarlandığı halde yeterince ilgilenmiyorsanız demek ki gerçekten dinlemeniz gerekiyor olabilir. Ancak bize söylenenlerin arkasındaki niyeti algılayabilirsek o zaman sevgiyi ve düşmanlığı sezebiliriz. Bu durumda empati kurabilmek bize işittiklerimizin gerçek değerini anlamamızı sağlar. Toltek Bilgeliği ( Kadim Meksika Yerli Felsefesi ) der ki sizin ile ilgili söyleneni kişiselleştirmeyin . Hatta bu sözcüklerin söyleyen kişi ilgili olduğunu bilin ve kendinizin dışında tutmayı başardığınızda incinme / kırılma korkularınızın üstesinden gelebilirsiniz .Örneğin sizin o’nu kırdığınızı veya kızdırdığınızı söyleyen birisini düşünün. Anlamalısınız ki o’nu kızdıran / kıran siz değilsiniz , sadece on’daki bir yaraya parmak basmışsınızdır.
Eğer o’nun söyledikleri sizde olumsuz duygular uyandırmışsa , bilin ki sizin orada bir hassasiyetiniz veya güçsüzlüğünüz var. Bu da kendi bilinçaltı paradigma ( inanç / düşünce / karar / travma vs.)larınızın sizde bıraktığı izler yüzünden oluşmaktadır.
Tüm eleştiri ve yargılamaları kişisel algılarsanız , sürekli haklı çıkmaya , onaylanmaya ve sevilmeye ihtiyaç duyarız . Bu durum sizi diğerlerinin tutumlarına bağımlı kılar.Size söylenen olumsuz sözcükleri kişiselleştirmeden duyabilirseniz o zaman bunların saldırgan olanlarını veya gerçek duymanız gerekeni daha iyi ayırt edebilirsiniz. Bazılarının arkasında yatan ‘’ sevgiyi ‘’ duyabilirsiniz. Böylece her söylenende sevgiyi duymaya başlarsınız . Kısacası işittiklerimizin arasından duymayı seçtiklerimiz yani bizde bir duygu uyandıran , dikkatimizi çeken tüm sözcükler bize bizi anlatırlar.
İşittiklerimizin arasından sevgiyi , saygıyı ve güzellikleri duymayı seçebiliriz. Bu gerçekten bizim elimizdedir ancak kendimizi olduğu gibi kabul edip sevebilmeyi başarırsak…………
KENDİNE SEVGİ
İnsanın kendini sevmesi, kendini beğenmişlik , kibirlik veya bencillik demek değildir , etrafındaki her şeye ve herkese değer verme yeteneğinin başlangıç noktasıdır. Bu gücünüzü aynaya bakarak kendinize hatırlatın ; kendinizi sevdiğinizi ve takdir ettiğinizi tekrarlayın. Hatalarınıza yoğunlaşmaktan vazgeçin ve onlardan ders alın ama iyi özelliklerinizi farkına varmaya başlayın. Sevgi , güçlü ve çarpıcı bir titreşim yayar. Kendinize olumlu yönlerinizi hatırlatıp bunlara yoğunlaşın ancak o zaman diğerlerini de sever ve değer verirsiniz . Böylesine bir enerji yaydığınızda , verimli olasılıklar alanından her istediğinizin oluşumunu tetiklersiniz .
Kendine nefret ve değersizlik enerjisi ile başarılı olamazsınız .Ancak nefret ve sevgisizliğin gelip sizi bulmasına izin vermiş olursunuz. Kendini sevemeyen insanlar ,öz değer, özgüven konularında da yeterli hissetmezler. Yetersizlik ve eksiklik duyguları içinde ilişki kurduklarında enerjisiz , mutsuz olduklarından genellikle insanlara karşı tahammülsüz , saldırgan ve yıkıcı olurlar . Bu durumdaki birisi hem içe dönük kızgınlık ,umutsuzluk ve suçluluk hisseder hem de ilişkilerde başarısız ve mutsuz olur.
Patalojik olmayan tüm sorunların kaynağı kendini olduğu gibi kabul edip sevememekten kaynaklanır .
Farkındalık ve Yaratıcılık Yolunda "Düşüncelerimizi" Keşfetmek
Zihnimiz hayatımızı nasıl,ne şekilde ve ne hissederek yaşayacağımızı belirleyen en etken gücümüzdür. Duygularımızın bizi yönettiğine inanılır ancak zihnimizden geçen her düşüncenin duygusu olmasa da her duygunun bilinçte veya bilinçaltında mutlaka bir düşüncesi vardır. Ve bu düşünceler tekrarlandıkça inançlara dönüşürler ve bizim mutlak gerçeğimiz olurlar. Böylece hem kendimiz hem de çevremiz ve koşullarımız hakkında belirli bakış açılarımız ve değerlendirmelerimiz oluşur. Kısaca zihnimizin inandıkları bizim yaşadıklarımızı oluştururken nasıl yaşayacağımızıda belirler.
Zihin neye inandırılırsa onu doğru kabul eder. Yani halüsinasyon zihnin önemli bir faaliyetidir. Örneğin Dr. Paul Sheely tarafından yapılan bazı araştırmalarda hipnoz altında olan deneklere kendi adlarını unutacakları telkin edilmiştir ve transtan çıktıklarında kişiler gerçekten kendi isimlerini hatırlayamamışlardır. Dahada ileri gidilmiş,hipnoz altında kişilere odada bir başka kişi olduğu halde,odada kimsenin olmadığı tekrar edilerek söylenmiş ve uyandıklarında odada ki diğer kişiyi algılayamamış ve hatta görmemişlerdir. Son zamanlarda daha da şaşırtıcı deneyler yapılmış ve bir kağıda bir kaç cümle yazılarak bir kişinin arkasına saklanmış ve hipnoz altındaki katılımcılara odada sadece yazılı bir kağıdın olduğunu ve yazılanları rahatça okuyabilecekleri söylenmiştir. Normal şartlarda başka bir kişinin arkasına saklanan kağıdı görmelerine imkan yokken katılımcılar zihinlerinde odada başka bir kişinin olduğuna inanmadıklarından, hepsi kağıtta yazılanları eksiksiz okumuşlardır.
Böylesine inanılmaz bir güce sahip olmamıza rağmen bazen düşüncelerimizin ve zihnimizdekilerin farkında bile olmayız. Ancak duygusu yoğun olan ve nörolojik bir bilgi işleme yoluna dönüşmüş inançlarımızın bazılarını biliriz. Halbuki tüm bu inanç ve düşüncelerimiz hem hayatı nasıl algılayacağımızı ve nasıl yaşayacağımızı, hem de yaşam koşullarımızı nasıl oluşturacağımızı belirler. Yani zihnimiz hayatımızı yaratır.
Bu durumun nasıl oluşabileceğini bize kuantum fizik kavramları açıklamaktadır. Kuantum fizik sayesinde artık biliyoruz ki her şey enerjiden ibarettir. Evren büyük bir enerji okyanusu gibidir. Enerji yok olmaz ve var edilemez. Enerjinin dili titreşimdir ve her titreşimin bir frekansı vardır. Sadece kaba madde formundaki fiziksel varlıklar değil,tüm düşünce,duygu ve inançlarımızda enerjiden oluşur. Farklı titreşim ve frekanstaki bu ince enerjiler birbirini çeker ve olasılık halinde titreşen enerjileri belirli olay ve durumları oluşturmak üzere bir araya getirirler.
Bu durumu kısaca zihnimizdeki mutlak gerçeğe dönüşen düşüncelerimizin (duygusu olan) yaşamımızı belirli bir biçimde algılamamızı ve algıladığımız gibi de yaratmamızı sağlayan en önemli gücümüzdür şeklinde özetleyebiliriz.
"NE DİLEDiĞİNİZE DİKKAT EDİN ÇÜNKÜ GERÇEKLEŞEBİLİR"
İşte tamda bu yüzden pozitif ( olumlu) düşünen insanların yaşamdaki hedeflerine ulaşma şanslarının daha yüksek olduğu çok iyi bilinen bir gerçektir. Ancak sürekli olumlu düşünmek pek mümkün olmayabilir. Gereksiz inançlardan ve olumsuzluktan kurtulmak,yeni bir perspektif geliştirmek için önce düşüncelerimizi fark etmemiz önemlidir.
Kendi zihninizdekileri anlayabilmek için; her gün zihniniz ne ile meşgul? yani en fazla neyi düşünüyorsunuz ve ne şekilde düşünüyorsunuz? sorularını kendinize sorun. Daha çok çözüm odaklımısınız? Çözümlerinizin olumlu sonuçlarını mı daha fazla düşünürsünüz? Yani daha fazla umut dolumudur zihniniz? Yoksa yoğunlukla dertlerinize,hayatınızın eksik taraflarına ve iyi gitmeyen şeylere mi kafa yorarsınız? Çoğunlukla umutsuz ve çözümsüz olduklarını mı düşünürsünüz? Her şeyin eksik ve olumsuz yanlarını mı daha fazla görürsünüz? Bunu fark ederseniz,hemen durun ve artık kendiniz için daha iyi şeyler yapmanın zamanı gelmiş demektir. Sizin zihin detoksu yapmanız gerekebilir.
Devamı yakında.....
"Zihin Detoksu Yapmanın Yolları"
Zihninizi olumsuz düşüncelerden arındırmak için öncelikle düşüncelerinizi fark etmek ve nereden geldiklerini çözmek gerekir.Bu durumda profesyonel bir yardıma ihtiyaç duyabilirsiniz ancak kendi kendinize yapabileceğiniz bazı çalışmalarda sizde benzer etkiyi göstererek zihninizi dönüştürmeyi kolaylaştırabilir. Aşağıda paylaşacağım bazı çalışmalar bu yolda yardımcı olacaktır.
1) Öncelikle sabahları nasıl uyandığınızı gözlemleyin. Olumsuz, mutsuz duygularla mı kalkıyorsunuz? Veya neşesiz,keyifsiz mi sabahlarınız? O zaman zihninizden neler geçiyor,fark edin ve ilk zihninize geleni doğru kabul edin. Eğer negatif düşüncelerin hakim olduğunu görürseniz, hemen kendinize " bugün hayatımın en güzel günü olabilir" deyin. Her gününüzün yeni bir harika güne başlangıç olabileceğini düşünün. Tersi ispat edilmedikçe de bu söyleme inanmamanız için bir sebep olmadığını hatırlayın. Ve İNANIN!
Ancak bunu bir türlü başaramıyorsanız; olumsuz duygularınızın ne kadar zamandır orada olduğuna bakın. Hangi olay ve durumlar bu duyguları tetikledi? kendinize sorun.
Örneğin,birkaç gündür mutsuz,moralsiz uyanıyorsanız ve gün içinde de genel duygularınız benzer ise belki de bir kaç gün önce bir yakınınızdan ya da bir arkadaşınızdan olumsuz eleştiriler aldınız veya iş yerinde beklemediğiniz bir terslikle karşılaştınız. Sizi bu şekilde etkileyen tetikliyici durumu tespit ettikten sonra bunun ile ilgili yargı ve kanılarınız nedir? Bulduğunuzda,içinde kendiniz ile ilgili mutlaka negatif düşünceler barındırdığını fark edebilirsiniz. Genelde yargılarınız ve değerlendirmeleriniz olumsuz ise bunların derininde sizin kendiniz ile ilgili duygusal bir ihtiyacınız vardır. Mesela:
-duygunuz: kızgınlık
- tetikleyici olay: iş yerinde üstünüzün sizi herkesin önünde eleştirmiş olması.
- yargınız:beni küçük düşürdü. Başkaları da benim hakkımda kötü şeyler düşünecek.
- duygusal ihtiyacınız:kendinizi ifade edebilmek ve rahatlayabilmek.
- kendi hakkınızdaki negatif düşünceniz: ben hakkımı savunamam veya ben kimseye karşı gelemem.
Unutmayın her duygunun bir düşüncesi vardır.İşte bu düşünceleri keşfettikten sonra bunları olumluya çevirmeye başlayabilirsiniz. Eğer yanlışı kendinizde görüyorsanız; ben bunu düzeltebilirim demeyi seçin. Mesela yukarıda ki örnekteki durumda,kişi kendine artık hakkımı arayabilirim ya da gidip o kişi ile yüzleşmeliyim ve bunu yapabilirim demekle başlayabilir.Karşıda hata görüyorsanız bunu onun ile paylaşabileceğinizi,böylece bir çözüme ulaştırabileceğinizi umut edebilirsiniz. Veya çözüme ulaştırılamayacak ancak kabullenilmesi gereken bir durum ise evrensel akışa bırakabileceğinizi düşünmeyi seçebilirsiniz.
2)Hedeflerinize ulaşabileceğinize inanın. İlkeleriniz olsun ve onların arkasında durun. Ve başaracağınızı düşünün. Ancak unutmayın başarıya asansör ile çıkamazsanız,basamakları kullanmak zorundasınız. Her bir basamağı geçebileceğinizi bilin. Kendinizi motive edin ve YAPABİLİRİM düşüncesini zihninize yerleştirin.
3) Hem kendinize hem dünyaya gülün. Her şeyi ciddiye almayın,dramatize etmeyin yani olumsuz düşüncelerinizi besleyip büyütmeyin. O düşünceler zihninizi kaplamadan biraz mizah,düşüncelerinizi değiştirebilir ve duygunuzu hafifletir. Olan bitenin birde komik taraflarına bakmayı deneyin.
4)Bugüne kadar kazandığınız başarıları düşünün. İlla ki büyük şeyler olmasına gerek yok. Yaptığınız iyi bir spor seansı veya pişirdiğiniz bir yemek veya kendi sırtınızı sıvazlayabileceğiniz ufacık bir şey için şükredin.
5)Bir defter alın ve her gün doğru seçimleriniz için, yaptığınız basit ama iyi niyetli davranışlar için ve kendinizin sırtını sıvazlayabileceğiniz olumlu yaklaşımlarınız için en az "5 tane" şükür cümlesi yazın. Buna 30 gün boyunca devam edin. Bir ay sonra 150 tane kendinize şükredebileceğiniz cümleniz olduğunda kendiniz hakkında ki düşünceleriniz değişmeye başlayıp,içsel güçleriniz artacaktır.
6) Yaşamınızı zenginleştirin. Denemekten kaçınmayın,pozitif düşünceleriniz arttıkça bir mıknatıs gibi hareket ettiğini ve beklenmedik pozitif deneyimleri hayatınıza çekebildiğini göreceksiniz.
7)Düzenli olarak hareket edin. Yürüyüş,spor veya yoga,meditasyon,chi gong gibi daha ruhsal pratikleri hayatınıza katın.
8) İçsel bilgeliğinize ve sezgilerinize güvenin. Egonuzun korkuları ile düşünmeyi bırakıp,biraz içsel rehberlerinizle iletişim kurun. Konforlu ve güvenli olduğuna inandığınız alanlarınızı terketmeye hazır olun. Unutmayın yaşam cesurları sever. Cesur düşünceleriniz ve pozitif sonuçlara olan inancınız arttıkça yeni deneyimlere açık olursunuz. İşte değişim bundan sonra gelir. Bu noktada mıknatıs gibi hareket eden düşüncelerinizin enerjisi sizin en büyük gücünüz ve yardımcınız olacaktır.
9)Kendinizi başkaları için iyi şeyler yapmaya motive edin. En azından çevrenizdekilere içten bir selam verin ve şefkat gösterin. Ya da dünyanın geleceği için bir davaya elinizden geldiğince katkıda bulunun ve şükür defterine yazacaklarınız çoğalsın. Böylece kendiniz ve dünya hakkında daha olumlu ve umutlu düşünmenizi kolaylaştıracaktır.
10)İyi veya kötü önünüze ne çıkarsa çıksın nasıl tepki vereceğiniz konusunda özgürsünüz. Değiştiremeyeceğiniz şeylere kafa yormayın böylece strese kapılmazsınız. Elinizden gelebilecek,baş etme becerilerinizi geliştirebilecek çözümlere odaklanın.
Zihninizdekileri gün geçtikçe pozitif yönde değiştirebilirsiniz. Bu sizi daha mutlu,umut dolu ve doyumlu hissettirecektir. Bu duyguların frekans ve titreşimleri daha olumlu ve farklı olacağından evrensel enerjinin daha olumlu/pozitif enerji alanlarına bağlanmanıza sebep olacaktır. Senkronize olduğunuz bu yüksek frekanstaki enerjilerin harika oluşumları/olayları hayatınıza getirdiğini göreceksiniz.
BEDENİMİZ BİZE BİZİM NASIL BİRİSİ OLDUĞUMUZU ANLATIR.
Bedenimize nasıl bakıp,ne şekilde değerlendireceğimizi öğrenirsek bizim iç dünyamız hakkında bir çok şeyi yansıttığını fark edebiliriz. Sadece beden hareketlerimiz değil,bedensel şekillerimiz, yiyip-içtiklerimiz ve en önemlisi kronik ve akut hastalıklarımız bizim psikolojimizin ve içsel özelliklerimizin dışa vuran belirtileridir.
Bedensel şekillerimizi anlamayı ve sınıflandırmayı,fiziksel özellikleri ile psikolojik özellikleri arasında ki bağlantıları incelemeyi " morfoloji " ilimi sayesinde yapabiliyoruz. Morfoloji uzun yıllardan beri insanların ilgisini çekmiş ve araştırma konusu olmuştur. Özellikle ortaçağda insanların fizyonomilerinin karakterlerini ne kadar açıklayabileceği ile ilgili De Lescaut ve Cocles bir çok kitap yazmışlardır. Sonra ki yüzyıllarda da morfoloji hep ilgi çekmiş ve araştırılmıştır.
Bedenimizin farklı bölgelerindeki farklı şekil ve büyüklükler bizim kişilik özelliklerimizi ve psikolojik süreçlerimizi dışa vursa da tek tek ele alınarak incelenmezler. Bu özellikler göz önünde tutularak beden bir bütün halinde incelenir. Bir bedeni incelerken farklı parçaların şekillerinin ne anlam ifade edebileceği önemli bir katkı sağlar ancak bir insanın karakteri sadece burnunun şekline ya da ayağının genişliğine göre değerlendirilemez,tüm bedensel özelliklerinin bir sentezi oluşturularak değerlendirilir.
Yaşadığımız koşullar ve onlarla nasıl baş ettiğimiz bizim farklı beden özelliklerine sahip olmamıza ve çeşitli hastalıklar geliştirmemize yol açabilir. Örneğin hayatında ki sorumluluklarla baş edemeyen birisi kamburlaşabilir veya sürekli oturarak iş yapan birisinin boynu eğrilebilir, kalçaları ezik ve geniş bir şekil alabilir.
Ancak anne karnında başlayan genetik serüvenimiz asıl beden şeklimizi ve hastalıklara yatkınlığımızı belirler. Fakat bunlar potansiyel olarak genlerimizde saklıdırlar onları ortaya çıkaran ilk 6 yaşa kadar olan yaşam koşullarımız sonra da bu aralıkta oluşan diğer yazılarımda da sıklıkla vurguladığım bilinçaltı paradigmalarımız yani bilinçaltına yerleşen düşünce,inanç ve değerlerimizdir. Şöyle düşünebiliriz; anne karnında hala ne şekilde olduğunu bilmesekte farklı genleri toplayarak kendimizi oluştururuz. Belki implicit hafızamızda yani enerjetik bazda geçmiş yaşamdan ve atalarımızdan taşıdığımız karmalarımızın etkisi ile farklı genleri anne ve babamızdan seçip bedensel, zihinsel ve emosyonel yapımızı tekamül( evrim) planımıza göre oluşturuyoruz. Yani cinsiyetimiz,gözümüzün rengi,saçımızın rengi,tenimizin rengi ve dokusu ya da duygusallık özelliğimiz,zekamızı belirleyen neokorteks kıvrımlarımız vs. gibi.....Bunu bir balığın omurgasına benzetebiliriz ancak doğduğumuz andan itibaren hissettiklerimiz ,öğrendiklerimiz ,bize bizim hakkımızda söylenenler sonucunda oluşan kendilik fikrimiz,travmalarımız,yaşam şartlarımız sadece kişiliğimizi değil buna bağlı olarak bedensel özelliklerimizi de nasıl geliştirdiğimizi belirler. Bu süreç aşağı yukarı altı,yedi yaşlarına kadar sürer. Daha ileriki yıllarda farkında olduğumuz bazı bedensel özellikleri değiştirdiğimizde kişiliğimizin bazı yönlerinin de değiştiğini görebiliriz. Örneğin kambur,omuzları düşük bir beden duruşu olan birisi eğer fizik tedavi,spor ve hareketle bu durumu değiştirirse kendine güven konusunda olumlu adımlar attığı gibi artık istemediği şeylere itiraz edip,hayır diyebildiğini görebiliriz. Tabii ki bunun tam terside gelişebilir yani bazı kişilik özelliklerini değiştirebilen veya duygusal blokajlarını açarak içinde biriktirdiği olumsuzlukların üstesinden gelebilen insanların beden şeklinin değiştiğine şahit olmuşsuzdur. Örneğin zorlamadan onlarca kilo verip bambaşka bir insan tipine dönüşen insanlarla karşılaşabiliyoruz.
Bedenimizin dilini okuyabilirsek,gerçekten bizim iç dünyamızı dışa vurduğunu ve bize bizi anlattığını FARKEDEBİLİRİZ. Bu hem kendimizi tanıyıp empati kurabilmemizi,hem de başkalarını farklı bir gözle değerlendirip empati kurabilmemizi sağlar. Peki bunu nasıl yapabiliriz? Öncelikle 1930 lu yıllarda morfoloji konusunda derin araştırmalar yapıp beden tiplerini kategorize etmeyi başaran Amerikalı psikolog Sheldon'un 3 tip beden şeklinden başlayabiliriz. Endomorf tip beden,Mezomorf tip beden ve Hektomorf tip beden olarak şekillendirdiği çalışmasında her bir beden tipinin kişinin hangi karakter ve kişilik özelliklerini anlattığını uzun incelemeler sonucu açıklamıştır.
Kısa zaman içinde gelecek olan yazımda tüm bu beden tiplerinin fizyolojik ve karakteristik özelliklerini sizlerle paylaşacağım ve ekleyeceğim bazı metafizik bilgilerle de siz beden tiplerinden yola çıkarak kendinizi ve çevrenizi kolaylıkla fark edebileceksiniz.
Hoşça kalın,sevgiyle kalın.....
BEDENİMİZ BİZE BİZİM NASIL BİRİSİ OLDUĞUMUZU ANLATIR (2)
Sheldon 'un beden morfolojisi üzerinde uzun yıllar süren araştırmalarından sonra elde ettiği 3 temel beden tipi kendimizi ve çevremizdekileri algılamamızda önemli bir rehber olmuştur. Kısaca endo,mezo ve hekto olarak adlandırılan bu beden tiplerinin özellikleri şu şekilde özetlenebilir;
Endo tip beden: torso kısmı geniş yani üst bedeni geniş ve yuvarlaktır. Sanki bedenin tüm gücü üst bölgelerdedir. Buna karşın kolları ve bacakları daha incedir. Yüz kısmı yuvarlak ve şişkin boynu ise kısa ve gömülüdür. Omuzları yukarı çekilmiş gibi görünür. Karnı öne doğru
çıkık ve büyük olur. Cildi gevşek ve kemikleri incedir. Bu beden tipine sahip kişilerin en belirgin özelliği duygusal oluşlarıdır. Toprak elementleri yüksek olur ancak kendi özgür iradeleri ile hareket etmek isterler. Genel eğilimleri yeme içmeye düşkünlükleri ve dışa dönük olup sosyalleşme ihtiyaçlarıdır. Tavırları sakindir,hemen tepki vermezler. Ancak duygusal anlamda güçsüzdürler, hemen ruh halleri bozulur. Sosyal ortamları çok sever ve hep beraber yenilip içilsin isterler. İnsanları ayırt etmeden arkadaşlık yapar, cana yakın ve dostça davranırlar. Esnek,toleranslıdırlar, duygularını dışa kolayca vururlar.Uykusuna düşkün olurlar ancak hareketlidirler. Aile bağlarına önem verirler ve çocuksu yanları hep vardır.
Mezo tip beden: adaleleri belirgin ve yapılıdır. Bedenleri sert ve tıknaz görünür. Genelde boyları uzun olmaz veya uzun görünmez. Yüzleri geniş ve kare görünümlüdür.Dudakları ince ve
gergin durur. Boyunları ise yapılı ve uzundur. Karın bölgelerine oranla göğüs bölgeleri geniş ve adaleli olur. Kalçaları geniştir buna bağlı olarak bacaklarıda sağlam,adalelidir. Kolları fazla uzun olmaz ama yine de güçlü ve yapılıdır. İri kemikli iskeletleri ama ince ve gergin ciltli bir yapıları vardır. Bu beden tipine sahip kişilerin savunmaya geçmeye veya korumaya geçmeye eğilimleri vardır. Fethetmeyi,ele geçirmeyi severler. Avcı tiplerdir. Kararlı ve inatçı olurlar. Fiziksel olduklarından spor yapmayı çok severler ve enerjik olurlar. Dominant karakterlerdir,sürekli söz geçirmek zorunda hissederler. Yaptırım güçleri yüksektir. Risk almak onlar için daha kolaydır. Fiziksel konularda cesurdurlar. Tavırları açık ve hatta fazla direk olabilir. Rekabete girerler,sesleri yüksek çıkar. Agresif olabilirler. Psikoloji ve felsefe konularına yatkın değildirler. Fiziksel acı veya yetersizliklere duyarlı değildirler. Klostrofobik yapıdadırlar. Alkol aldıklarında fizikselleşirler ve agresyon sergilerler. Mücadeleci ve ergen tavırlıdırlar.
Hekto tip beden: uzun,ince ve narin yapılı tiplerdir. Yüzleri küçük ve üçgen şekillidir. Çeneleri sivri olur ve dudakları ufaktır. Boyunları uzun ve incedir ancak omuzları düşük ve sanki öne doğru itilmiş gibidir. Karınları çok düzdür,kolları ve bacakları ince ve uzundur. Ciltleri narin ve kuru olur.Kemikleride ince yapılıdır. En önemli karakter özelliğide akılcı ve rasyonel oluşlarıdır.
Beş duyularıda duyarlıdır,hem fizik dünyayı,hem de duygusal dünyayı derinden ama akılları ile algılama yatkınlıkları vardır. Yaşadıklarına fizyolojik tepki vermeye müsaittirler.Psikosomatik rahatsızlıkları fazla olur. Derin yakınlıklar kurarlar. Zihinsel gerginlikleri vardır ve anksiyeteleri yüksek olur. Duygularını kontrol altında tutarlar. Gözlerinde hep bir endişe sezilir. Fazla sosyal olmazlar ve içe dönüktürler. Rekabetçi olup pasif agresif tepkiler verirler. Ses çıkarmaya ürkerler. Kontrolcü kişilikler geliştirirler. Tutumları dışarıdan belirsizdir. Genç dururlar ve genç tavırları olur. Alkol ve benzeri uyuşturuculara dayanıklıdırlar. Tek başına kalmayı severler. Psikolojik duyarlılıkları yüksektir. Olgun tavırlı ve yetişkin kişiliklerdir.
Tabii ki tek bir beden tipin özellikleri tek bir kişide toplanmaz. Her birimiz bu üç özelliğin karışımıyız ancak sahip olduğumuz birincil öncelikli beden tipinin karakter özellikleri bizde daha yoğun varolur. Bu da bizim temel yatkınlıklarımızı ve kişilik gelişimimizi tanımlar. Yani bir insanı beden tipine göre incelediğimizde hem endo,hem mezo hemde hecto özellikler görebiliriz ancak bunlardan bir tanesi daha belirgin olup öne çıkacaktır. Bu durumda o beden tipinin psikolojiside o kişide daha belirgin olacaktır.
Bunun yanısıra bazı beden parçalarımızın özgün şekilde gelişmiş olması bize kendimiz hakkında önemli ipuçları vermektedir. Bedenimizdeki bir uzvun dengesizce büyük veya küçük olması orada enerji blokajlarının oluştuğuna işarettir. Örneğin ayakları çok büyük olan birisinin yere sağlam basmaya ve toprak enerjiyi çekmeye ihtiyacı var demektir. Kendini çocuklukta ancak annesi ile kurduğu ilişkide güvende hissetmiş birisi bunu devam ettirmek üzere toprak anadan beslenmek ister. Çok küçük ayaklı birisinin ise güvenliği göklerde,kozmos ta aradığını
düşünürsek, babasına olan bağımlılığını ve güveni ancak onunla ilişkisinde bulduğunu anlayabiliriz. Bu fiziksel özellikler,bu tip ( büyük veya çok küçük ayaklı) kişilerin aslında bağlanma ile ilgili sorunlarının ipuçları olabilir.
Geniş bacaklara sahip birisinin her şeyi ben yapmak zorundayım fikrini çok küçük yaşlarda benimsediğini düşünebiliriz. Kendini yeterince güvende hissetmeyerek büyümüş olan birisi biliçaltında kendi güvenliğini kendi sağlamak zorunda hissedince bacaklarının geniş ve sağlam gelişmesine sebep olmuş olabilir. Çok ince ve küçük bacaklara sahip birisinde bunun tam tersi oluşmuştur. Güvenliğinin ve maddi imkanlarının bir başkası tarafından kendisine sağlanması fikri ile büyümüş olduğu anlaşılmaktadır.
Geniş ve büyük kalçalara sahip birisinin ise çocukluk ve gençlik yıllarında kabul etmek istemediği veya haksızlığa uğradığını düşündüğü kurallarla büyümüş olup tüm bunları
bedeninin alt kısmında taşıdığını anlayabiliriz. Ona ağırlık yapsa da bu meli-malı kuralları ve yaşadığı haksızlıkların olumsuz duygularını beraberinde her yere taşıdığını görürüz. Tabii bu durum tamamen bilinçaltı tarafından yönetilir. Bunun tam tersi olupta çok küçük kalçalara sahip olanların ise çekingen ve reserve kişiler olduğunu biliyoruz. Cinselliklerini bloke eden ve utanan kişilerdirler. Eyleme geçtiklerinde sonuç alabileceklerine inanmazlar ve hiçbir şeyden pek emin olamazlar.
Esnek olmayan,kolay hareket edemeyen dizlere sahip olan kişilerin tutuk, biraz kendini beğenmiş ve yeniliklere kapalı olduklarını görürüz. Mütevazi olmayı beceremezler. Kendi
lerini özgürleştiremez ve aynı düşüncelerde takılı kalırlar ve ilerleyemezler. Buna karşın dizleri fazla esnek olan kişilerin kararsız ,kendine güvensiz ve hemen birilerinin önünde eğilmeye müsait olduklarını varsayabiliriz.
Yürüyüş biçimlerinin ve üst beden özelliklerinin,ayrıca cinsel uzuvlarımızın şekillerinin bizim psişemizi nasıl dışavurduklarını araştırmaya devam edeceğim bu yazı dizisinin devamını haftaya aynı gün okuyabilirsiniz.
Hoşça kalın,sevgiyle kalın........
BEDENİMİZ BİZE BİZİ ANLATIR 3. BÖLÜM
YÜRÜYÜŞ BİÇİMLERİ : Bireylerin yürüyüş
şekilleri bize bir çok ipucu verse de tabiî ki karakterlerinin tüm
özelliklerini gösteremez . Ancak
gizli kalmış taraflarını açığa çıkarabilir.Örneğin kafası ve üst bedeni
,vücudunun geri kalanından önde giden birisinin aceleci olduğu ve
düşünmeden harekete geçtiği , önce yaptığını sonrada
tartmaya başladığını
varsayabiliriz. Bunun tam tersi
bir yürüyüşe sahip olanların ise , yani üst bedenlerini geride tutarak
hareket edenlerin ise çok fazla düşündüklerini , hatta düşünmekten harekete
geçemeyip bir çok fırsatı
kaçırdıklarını varsayabiliriz.
Sakin ve ölçülü adımlar atarak
yürüyenlerin ise dengeli , kararlı ve net bir zihne sahip olduklarını
düşünebiliriz.
Ancak
ağır ağır , bacaklarını açarak
ve göbeğini
çıkararak yürüyenlerin kendini fazla önemsemediklerini fark edebiliriz. Bunun
yanı sıra ağır ,
isteksiz adımlarla hareket edenler
ise kararsız , sıkıntılı ve
tembelliğe meyillidirler.
Cesaret edemez ve güvenli olmazlar tam tersine canlı ve
kıpır kıpır
yürüyenlerin ise yaşama sevinci olan ve çevresine ilgi ve merakla bakan
kişiler olduğunu anlarız. Dik ve kararlı adımlarla
yürüyen insanların
kendilerinden memnun
oldukları anlaşılır. Fakat kararsız , titrek adımlarla yürüyenlerin ise
çekingen , kaygılı ve gergin oldukları var sayılabilir . Hatta güvensiz ve
kendilerinden emin olmadıklarını
düşünebiliriz.
Çok
dikkatli ve hızlanıp ,
yavaşlayarak bir yürüyüş
temposuna sahip olanların
diğerlerini memnun etmek adına çok güç sarf ettikleri
ortadadır. Geniş ve uzun adım atanlar ise genelde hırslı ve ben
merkezlidirler. Bunun yanı sıra
küçük adımlarla , sessizce yürüyenler ise biraz entrikacı
ve kurnazca davrandıkları söylenebilir ancak en ufak bir tehlikede de
hemen demoralize
olmaları ilginçtir.Paytak
ve içeri doğru adım atanlar
genelde içe dönük ve çok fazla düşünceli tiplerdir .Dışa doğru adımlayanlar ise
açık ve kendine güvenli olsalar da dışarıdan gelebilecek
tehlikeleri fark
etmeyebilirler ve zarar görürler .
Kayar gibi adımlarla sessizce yürüyenlerin ise yaşamın zorlukları ile
yüzleşemeyen ve onlardan
kaçınan kişiler olduklarını daha
önce de bahsettiğim gibi bedenlerinin geri kalanına göre bazı uzuvları çok küçük
veya çok büyük olanların ise o
bölgelerinde tıkanan
kalan bazı enerji
blokajları olduğunu söyleyebiliriz. Genel anlamda bakacak olursak her
bölgede psikosomatize ( bedenselleştirilen psikolojik
durum ) edilen duygu ve düşünceler
farklıdır ancak ölçü büyüklükleri ise biraz daha basitleştirilebilir.
Uzuv normal orantısızca büyükse;
biriktirme , içinde tutma özellikle korkuları , bırakamama , bazı
duyguları salıverememe
, güçlü olma isteği olarak açıklanabilir. Tam tersi
durumlarda ; yani uzuv orantısızca
küçükse , kontrol etme isteği , anksiyete birikimi , endişe ve kaygı ,
yetersizlik duyguları ve tatmin olacak şekilde hayattan
olamama hali olarak
açıklanabilir.
Unutmamalıyız ki insanoğlu kompleks bir varlıktır. Tüm bu
morfolojik değerlendirmeler bir bütün halinde ele alınıp , ona göre
değerlendirilip açıklama getirilmelidir. Bu yazının devamında yüz ve boyun
şekillerinin bizim kişilik ve karakterimiz ile ilgili ne
gibi ipuçları verebileceği üzerine
olacaktır.
Şimdilik
hoşçakalın….
"Bedensel tüm sıkıntı ve hastalıklarımız bize bizi anlatır"
Bedenimizde yaşadığımız rahatsızlıklar ve hastalıklar bize kendimiz,yaşamımız ve geçmişimiz
hakkında mesaj vermek ve bizi uyarmak için oluşurlar. Kısacası bize düşüncelerimizin,duygu durumumuzun,söylemlerimizin ve yaptıklarımızın sağlıklı olmadığını anlatırlar. Genelleme yapacak olursak bize kendimize, çevremizdekilere veya hayata dair sevgi eksikliğimizin olduğu mesajını verirler. Aslında tüm ruhsal sorunların kökeninde kendini olduğu gibi kabullenememe, kendini sevememek ve kendine güvenememek vardır. Bunların sonucunda ise fark etmeden ve elimizde olmadığını düşünerek bazı fiziksel problemler üretiriz. Bu bakış açısını daha yakından tanıyıp, benimsediğimizde tüm hastalıkların psikosomatik olduğunu söyleyebiliriz.Geçmişte psikosomatik olarak tarif edilen hastalıkların hayali olduğu düşünülürdü,ancak gittikçe bilinçlenen toplumda bu tür rahatsızlıklarında fiziksel olarak var olduğunu ve kişinin yaşadığı ruhsal sorunlardan kaynaklandığını biliyoruz. Ancak hastalıklarımızın bir kısmının psikosomatik,bir kısmının da sadece dış etkenlerden oluştuğunu düşünmenin yüzeysel bir bakış açısı olduğunu bilmeliyiz. Bunu bir örnek ile açıklayacak olursak; sürekli işi dolayısı ile asbest gibi zararlı maddelere maruz kalıp akciğerlerinden ciddi şekilde hastalanan bir işçiyi düşünelim. Onun ruh halinin bu durumdan sorumlu olabileceğini düşünmeyiz ve hastalığını tamamen dış koşullara bağlarız. Ancak o'nun psikolojisine bakabiliyor olsaydık büyük olasılıkla eziklikleri, yetersizliklerinden dolayı kendine ve çevresine sevgisiz ve güvensiz olduğunu veya geçinebilme stresinin oluşturduğu baskı ile korku,kaygı dolu bir ruh hali içinde hayatta sürekli güvensiz hissettiğini keşfedebilirdik. Bu tür düşünce ve duygularla yaşamını oluşturduğunu,kimsenin maruz kalmaması gereken bir ortamda çalışarak kendini riske attığını anlardık. Öncelikle kendine ve sonra çevresine sevgisizliğiyle oluşturduğu bu ciddi hastalık,dış etkenlere bağlı geliştiği düşünülse de aslında kişinin içsel koşullarına bağlı gelişmiştir. Bu ruh halindeki bir kişinin böyle bir iş yerinde,bu tür koşullarda çalışmasa da eninde sonunda kendine zarar vereceği ortadadır.
Olumsuz düşünce ve duygularla yaşayan kişiler bilinçaltı zihinlerinde bir bilgisayar yazılımına dönüşmüş hayata ve kendine sevgisiz,değersiz ve stres dolu bakış açıları geliştirirler. Bu durum enerjetik olarak sürekli bedenlerinin enerji yollarını tıkayacak ve orada sürtünmeye sebep olarak enflamasyonlar yaratacaktır.Ayrıca bedenimizin işleyişinden sorumlu merkezi sinir sisteminin beynimizde yer aldığını biliyoruz ancak hangi irade ile bunu yaptığına gelirsek,orada bilinçaltı zihnimizin devreye girdiğini düşünebiliriz. Duygularımızın da bu zihnin bir yansıması olduğunu varsayarsak,kişinin seçimlerini ,davranışlarını ve tutumlarını da bilinçaltı paradigmalar ve enerjiler belirleyecektir. Böylece kişinin bilinçaltına çok çocuklukta hatta bebeklikten bu yana yerleşmiş olan bu bakış açıları (paradigmalar) onun sağlığından da sorumlu olacaktır. Yeter ki farkında olalım ve bunları olumluya dönüştürüp daha sağlıklı, mutlu ve yaratıcı hayatlar sürdürebilelim. Tabii ki bu durumda aileye ve topluma çok iş düşmekte ve çocuklarımızı yetiştirirken,eğitirken onların kendine güvenli, kendine değer veren ve sevgi dolu olmalarını sağlayabilmeliyiz. Sağlıklı birey,sağlıklı toplum ancak bu şekilde oluşabilir.
Önleyici tıp anlayışı geliştikçe de ruh sağlığını ve gelişimini destekleyecek çalışmaların eğitim sistemine dahil edilmesinin önemi gittikçe artmaktadır.
Önümüzdeki haftalarda "hastalık enerjisi nasıl oluşur?", "bilinen hastalıklar,karmik hastalıklar ve kronik hastalıklar hangi ruh hali ve bilinçaltı paradigmalardan oluşur" konulu yazılarımı okuyabilirsiniz.
HASTALIK ENERJİSİ NEDEN OLUŞUR
Hastalık enerjisinin zihnimizde oluştuğuna ve bizim düşünce kalıplarımız,duygularımız bazen de bunlara bağlı gelişen davranışlarımız sonucunda ortaya çıktıklarını daha önceki yazımda belirtmiştim. Tabii ki bu bakış açısı gücünü kadim bilgilerden ve ezoterik öğretilerden alan metafizik bilgilerdir. Son yıllarda bu bilgileri destekleyen kuantum fiziği ile gelişen kuantum düşünce ilkeleri olmuştur. Batı tıp dünyası neden hasta oluyoruz sorusunu bilimsel anlamda sürekli araştırmaktadır. Ancak genel bir cevaptan çok daha detaylı cevaplar alınmış ve her belirti ,hastalıkla ilgili derin araştırmalar yapmak durumunda kalarak her geçen gün daha da yoğun bilgilerle donanımlanmaktadır. Ancak son yıllarda dikkat çeken Epigenetik bilim dalı,metafizik bilgilere paralel bulguları tespit etmeye başlamıştır. Bu bakış açısını destekleyen bu bilim dalının bazı yaklaşımlarını dilim döndüğünce sizlere açıklamaya çalışacağım. Böylece yazılarımın devamında ki metafizik bilgileri siz bilimsel bir anlayışın üzerine oturtabilirsiniz.
Bu konuda beni en çok aydınlatan ve etkileyen kaynaklardan biri Dr. Bruce Lipton'un kitabı "The Biology of Belief" ( İnancın Biyolojisi) ve Dawson Church,Ph.D.'nin ABD'de yılın en iyi sağlık kitabı seçilen "The Genie in your Genes"(Genlerinizdeki Dahi) kitaplarıdır. Bu eserler ufkumuzu genişleterek yeni bir tıp anlayışı sunmaktadır.Ayrıca Hintli meslektaşım Neeta Kumar ın "Dialogues with Body Parts" çalışmasıda bu yazıya katkıda bulunmuştur. Kısacası epigenetik bilimi ile tanıştıkça,psikoterapi çalışmalarıma kattığım yıllarca içiçe olduğum bir çok metafizik bilginin daha anlamlı ve geleneksel kültürü etkileyebilecek düzeye gelmiş olduğunu görmek beni şevklendiriyor.
Epigenetik nedir? Neye denir? Kısaca Epigenetik "genler üstü genetik"bilimi DNA nın diziliminde veya yapısında herhangi bir değişiklik olmaksızın DNA'da kodlu olan bilginin açığa çıkmasında meydana gelen değişikliklere deniyor.Örneğin ikiz doğmuş kişiler üzerinde yapılan bir çok araştırma,tıpatıp aynı genlere sahip olmalarına rağmen neden farklı hastalıklar geliştirdiklerini veya farklı zamanlarda öldüklerini incelemeleriyle epigenetik terimi ortaya atılıyor. Dr. Dawson Church' ün anlatımına göre ise Epigenetik,düşünce,duygu ve algılarımız sonucu gelişen davranışın/tepkilerin genler üzerindeki etkilerini araştırır.
Beynimiz bedenimizin kimyageri gibidir. Zihnimizin en önemli aracı ise beynimizdir. Yani zihnimizden geçen her şey kanımızın kimyasını etkiler ve böylece bedenimizi kontrol eder. İnsan bedeni çevreden ve özellikle zihnimizden gelen sinyallere iki türlü tepki verir:
1) gelişim ( büyüme) tepkisi ( verimli tepki)
2) korumacı tepki ( savaşma,kaçma veya donup kalma tepkileri) yani stres tepkisi.
Bilinçaltının koşulladığı benliğimiz ve onun programına göre beynimize mesaj yollayan zihnimiz eğer stresli bir duruma işaret ediyorsa,o zaman beynimiz adrenal bezine komut verecek ve kanımızda adrenalin ve kortizol hormonları ( stres hormonları ) harekete geçecektir. Bu da bedenimizi iyileştirici,sağlıklı ve geliştirici hormonların salgılarını engelleyecek,kan karın bölgemizden çekilerek kol ve bacaklarımızda yoğunlaşacak ve bağışıklık sistemimiz otomatik olarak kendini kapatacaktır. Bu durum bedenimizdeki tüm hücreleri ve hücre gruplarını etkileyecektir.
Hücrelerimiz ve genlerimiz yakın çevre tarafından yani bizim algılarımız tarafından kontrol edilir. Bir hücre minyatür insan gibidir. Hücre zarı hücrenin beynidir. Tüm enformasyonu taşır ve bölündüğünde de bu durum devam eder.
Hücre( tek hücre bölünerek dokuyu oluşturur)=>Doku( benzer hücre grubu)=>Organ(farklı doku grupları)=>Sistem(farklı organ grupları)=>Organizma ( sistem grupları).Bölünerek büyüyen hücreler,bilgiyi birinden diğerine taşır. Kısaca aynı bilgiyi taşıyan hücreler aynı dokuyu ve bir organı oluşturur. Bunların bazı enformasyonu paylaşarak biraraya gelmesi sistemi,onunda ortak bazı bilgilerle toplaşmaları organizmayı oluşturur.
İşte tamda bu noktada zihnimizin en etken bölümü olan ve bizim ile ilgili tüm bilgiyi taşıyan bilinçaltı zihnimiz ve o alandaki yazılım( paradigma) çok önem kazanmaktadır. Bedenimiz zihnimizin holografik yansıması gibidir yani bedenimiz kendimiz ile ilgili tüm inançlarımızın toplam yansımasıdır. Zihnimiz üç bölümde izah edilebilir:
- Bilinçli zihin
- Bilinçaltı zihin
-Benlik zihni
Bilincimiz zihnimizin sadece %10'unu kapsar. Kişinin bugünkü hayatının tüm deneyimlerini barındırır. Altı yaşından sonra aktifleşir. Yaratıcıdır. Hayal edebilme yeteneği vardır. Zaman kavramı oluşmuştur ve eğitilebilir. 'Ben' i oluşturur.
Bilinçaltı ise zihnimizin %90'ını kapsar. Fetus halimizden bu yana tüm deneyimlerimizi saklar. Alışkanlıklarımızı ve alışkanlık düzenlerimizi şekillendirir.Daha önceki deneyimlerimize ve dürtülerimize dayanarak uyaran ve tepki düzeninde çalışır. Günün büyük bir bölümünde bilinçaltı zihnimiz davranışlarımızı belirler.
Benlik zihni ise kendini yansıtır ancak farkındalığı vardır. Gözlemcidir. Kendi davranış ve duygularını gözlemler ve farkeder. Bilinçaltı detaya ulaşabilir. Davranışlarımızı değerlendirir. Aktif olarak çevre koşullarına nasıl tepki göstereceğini seçebilir. Bilinçli zihnimizin bir kısmını oluşturur. Böylece önceden ve biz bilmezken programlanmış bilinçaltı zihnimizin yansıması olan tepkileri fark edip değiştirebiliriz. İşte ancak bu durumda özgün irade ile şifalanma/ iyileştirme ve blokajları temizleme işlemleri oluşabilir.
Bu aşamada algılama sistemimiz çok önemlidir çünkü hücre zarındaki protein hareketleri sanki algı molekülleri gibidir. Yani bizim çevreye olan tepkilerimiz ve fiziksel tepkilerimiz algılarımıza bağlıdır. Bilinçaltı koşullanmalarımıza bağlı gelişen inançlarımızda algı yollarımızı (neuropathways) kontrol eder.
Algılarımızın ve algı yollarımızın kaynakları:
-Genom programı: içgüdü,yani insan doğası
-Bilinçaltı hafıza yani deneyimlerimizin hafızası. Beslenerek oluşur.
-Benlik zihni: özgün irâde. Onun kapasitesi yeni düşünce ve imgeyi benimseyerek algılarımızı değiştirmemize,dönüştürmemize olanak tanır.
İnançlar algılarımızı etkiler ve algılarımız tepkilerimizi; hem fiziksel ( yani hücre ve genlerimizin biolojisi) hemde davranışsal seçimlerimizi belirler. Bu durumda inançlarımız sağlıksız ve olumsuz ise tüm seçim ve davranışlarımızı etkilediği gibi hücre zarını,hücreleri,doku ve organlarımızı etkiler. Tüm bu hücre ve gen etkilenmeleri negatif inançlardan beslendikçe bedenimizi ve hastalıklarımızı tetikler.
Bu konularda San Diego Kaiser Hospital'de yapılan bir araştırma dikkat çekicidir. Bize hem fiziolojik hemde davranışsal olarak nasıl etkilendiğimizi açıklayabilir. Son beş yılda hastahaneye başvuran 17,421 orta yaşlı hastanın detaylı olarak sosyal,psikolojik ve medikal incelemeleri toplanmış ve ACE ( Adverse Childhood Experiences) "Olumsuz Çocukluk
Deneyimleri" adı verilen bir araştırma projesi oluşturulmuştur. Tespit edilen tüm aile sistemi bozuk yani disfonksiyonel aile ortamlarında yetişmiş bireylerin çeşitli sağlık sorunları olduğudur. Bu durumun kişilerin stres seviyelerini arttırarak gen ve hücrelerindeki protein dengelerini bozduğu ve farkl ı disfonksiyonel aile yapılarının farklı hastalıklara yol açtığı tespit edilmiştir.
Örneğin olumsuz aile ortamlarında büyüyen bireylerin depresyona girme şansları,fonksiyonel aile ortamlarında büyüyenlere nazaran 5 katı fazladır. Sigara tüketmeye 3 katı daha yatkındırlar. Stres ölçeğinde yüksek skorları işaretleyen kişilerin 30 kat madde bağımlılığına ve intihar etmeye meyilli oldukları da tespit edilmiştir.(Genie in your Genes,Dawson Church Ph.D.)
Son on yılda benzer bir çok araştırma göstermiştir ki çocukların sevgi ile büyüdüğü aile ortamları en başarılı terapidir ve asıl tedavi ailede başlar. Sonuçta psikolojik travmalarımız,inanç ve değerlerimiz sonraki yıllarda ki hastalıklarımızı oluşturmaktadır.
Aynı Mahatma Ghandi'nin dediği gibi:
" Dikkat edin karakteriniz kaderiniz olur."
Hangi inanç , düşünce ve değerlerimizin hangi hastalıklara yol açtıkları ile ilgili yazıma önümüzde ki haftalarda devam edeceğim.
Hoşça kalın, sevgiyle kalın.-
Hastalıklarımızın Kaynakları
Batı tıbbı hastalıklarımızın nasıl geliştikleri hakkında açıklama getirmiş ve mantıksal reaksiyon zincirlerini sebep sonuç ilişkisi ile betimleyerek anlaşılabilir şekilde sunmuştur.Ancak tam olarak hastalıkların kaynaklarını ortaya koyamamıştır. Fakat unutmamalıyızki tedavi konusunda her geçen gün artan olanaklar sunmaktadır ve bizim hastalandığımızda ilk başvurmamız gereken kişiler tıp doktorları olmalıdır
Benim burada açıklamaya çalışacağım bilgiler tüm hastalıklarımız oluşmadan önce zihnimizde yani ruh dünyamızda ve beden enerji sistemimizde nasıl başladığını tespit ederek önleyici bir anlayış geliştirmektir. Hastalanmadan çok önceki aşamada özellikle spritüel tıp ve enerji tıbbı büyük önem kazanmaktadır. Son zamanlarda bu durum daha çok gündeme gelmeye başlamıştır. Özellikle enerji tıbbı ve bunun zihinsel enerjilerle bağlantısını net bir şekilde ortaya koyan bazı enerji uzmanlarının kitapları Türkçe’yede çevrilerek halkın bilgisine sunulmuştur. Örneğin: DonnaEden’ın ‘’Enerji Tıbbı ‘’ kitabı ve BarbraBrennan’ın ‘’ Işığın Elleri ‘’ kitabı dikkat çekicidir.
Bu yazımda düşünce kalıplarının , inançların ve bilinçaltı zihnimizdeki atalardan ve geçmiş yaşamdan gelen karmaların hastalıkların tohumlarını nasıl ektiği ile ilgili açıklama getirmeye çalışacağım.
1. Öncelikle karmik hastalıklarabaktığımızda , derin benlikten taşınan toksik inanç ve düşüncelerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Genellikle çok küçük yaştaki hastalarda görülmektedir. Bu onların hayat buldukları bu yeniyaşamda , geçmişten gelen (geçmiş yaşamlardan) bazı durumları başlangıçta tamamlamaya çalıştıklarını göstermektedir. Dünyaya geldikleri aileye de farklı bir bilinç ve anlayış geliştirmelerini sağlamak içindir. Beden ruhun ifadesidir ve bu durum sadece ruhun ilk aşamada çok ufak yaşlarda beden üzerinden kendini dışa vurmaya ve dünya boyutundaki yaşamı deneyimlemeye başlamasıdır. Kısaca genelde 0-9 yaşlarına kadar yaşanan hastalıklarakarmik hastalıklar diyebiliriz. İmplisit hafızamız da yer alan geçmiş yaşam anıları ile ilintili olduğu düşünülmektedir.Ancak psiko genetiğimizde yer eden bazı aile bireyleri veya atalarımızdan bize miras kalan toksikanı , düşünce , inanç ve duyguların tesiri ile de kendimize hastalık ve rahatsızlık yaratabiliriz. Bunu da karmik hastalıklar içinde sayabiliriz. Örneğin atalarından biri savaşta kolunu kaybetmiş birisi bunu psişik miras olarak aldı ise o kolunu kazada yaralayabilir veya kangren olabilir ya da o kolundan ciddi hastalıklar yaşayabilir.
2. Karmik hastalıkların dışında en sıklıkla karşılaştığımız hastalık kaynaklarının başında ‘’Zihinsel Yaratıcılık ‘’ gelir.Zihnimizde hastalıklar ve onların bize yaşatabileceklerine odaklanarak kendimizde bir çok bedensel güçsüzlükler ve hastalık koşulları yaratırız. Örneğin bazı hastalıkların sonucunda ölmüş yakınlarınıgördükten sonra aynı hastalıkları yaşamaktan çok korkan birisi bu korkuya odaklanıp o düşünceleri beslerse bu düşünce kalıbı da sonunda hayatında oluşmaya başlar ve korktuğu hastalık o’nu bulur. Bu durumu kuantum fiziği dalga/ parçacık ilkeleriile belirli bir şekilde açıklamaktadır. Kişinin zihninde oluşan vazgeçemediği düşünce kalıplarının bir çeşit süptil /ince enerji niteliğinde olduğunu biliyoruz. (Bu durumu Kültür Üniversitesi Yayınlarının bastığı ‘’Empati’’ kitabında yer alan Enerji Psikolojisi ve Empati adlı yazımda daha ayrıntılı açıklamıştım.) Bu enerjilerin belirli frekansta titreştiğini ve aynı frekansta titreşen başka bir realiteye veyaan’a dönüştüklerini de artık açıklayabiliyoruz. Böylece hayatımızı an be an biz oluşturuyoruz. Aslında şunu söyleyebiliriz ki dışarıda hiçbir şey yoktur. Kendi dünyamızdaki her şeyi biz an be an yaratırız. Yani bizim zihnimizin holografik yansıması sadece bedenimiz değildir. Yaşamımızdaki realite olarak algıladığımız her şeyde bizim zihnimizin holografik yansımasıdır. Dolayısıile zihnimizin derinlerindekileri fark edip, temizlemeli/ dönüştürmeliyiz ki yaşamımızın hastalık gibi hoşumuza gitmeyen realiteleri de dönüşsün. Biz daha mutlu verimli ve potansiyellerimizi hayata geçirebildiğimiz yaşamlar yaratabilelim. Hastalık yaratan bir diğer yansıma kaynağı ise kişinin yaşamında başka bir stres yaratan olayı bertaraf etmek için kendi bedeninde hastalık oluşturmasıdır.. Örneğin iş yerinde çok önemli vezor olabilecek bir dönemi atlatıp yüzleşmemek adına kişi çok ciddi bir grip virüsüne yakalanarak yataklara düşebilir. Derin benliğinde böylece problemi savuşturduğuna ve sorunların bittiğine inanmayı seçebilir.
3. Bir diğer zihnimizdeki hastalık yaratma kaynağı ise yaşamımızın farklı dönemlerinde içimizde mutlak gerçeğe dönüştürdüğümüz kararlar ve düşüncelerdir. Bunları genelde çok ufak yaşlarda benimseyip , bilinçaltının derinliklerine itip , yaşamımızın önemli kader noktaları haline getirebiliyoruz. Bu kararlar çoğunlukla başkaları ile ilişkilerimize , kendimiz ile veya hayat ile ilgili ilişkilerimize bağlı gelişir. Bu kararların bir çoğu ailemiz ile kurduğumuz ilişkilerde oluşmaktadır. İlk çocukluk dönemimizde anne ve babamız bizim için Tanrı gibidir. Onların sevgi ve onayını almak için elimizden geleni yapmaya çalışırız. Bazen onları içselleştirip onlara dönüşerek , bazen onların beklediği gibi olmaya çalışarak ve olamadığımızda ise kendimiz ile ilgili yüzlerce olumsuz inanç geliştirip bunları bilinçdışı zihnimizde tutmaya uğraşırız. Otomatik bir bilince dönüşen tüm bu karar, düşünce ve inançların bize hissettirdikleri ise beden duyumlarına ve daha sonrada çeşitli hastalık ve rahatsızlıklara dönüşebilir. Hastalık ve rahatsızlıklarımızın zihinsel ve duygusal nedenlerini anlamaya çalışırken , kendimiz ile ilgili çok şey öğreniriz ve farkındalığımıza önemli katkısı olur. Her hastalık veya hastalık belirtisinin bize önemli mesajları vardır. Tabii ki bu tamamen kendimizi değiştirmeliyiz anlamına gelmez , ancak bize bazı tutum, yaklaşım ve davranışlarımızı gözden geçirmemiz ve potansiyellerimizi doğru yönde kullanmamız gerektiğini anlatır. Örneğin çabuk kızan , sabırsız ve agresif tepkiler veren bir kişinin bu yönlerini olumsuz anlamda kullandığında hem bedeni , hem hayatı ve çevresi negatif yönde etkilenecektir. Eğer yerinde ve zamanında bu yönlerini kullanabilirse, çok daha olumlu sonuçlar alabilir. Sonuçta hiçbir kişilik parçamız , yönümüz kötü/ olumsuz değildir, ancak olumsuz sonuçlar verecek yönde kullandığımızda ‘’ kötü özelliğe’’ dönüşürler. Bu durumda ilk olarak kendimizi olduğu gibi kabullenmenin ve sevebilmenin bizi mutlu , huzurlu ve sağlıklı bir hayata hazırladığını anlamalıyız. Öncelikle şunu belirtmeliyim hastalandığımızda veya kendimizi gerçekten hasta hissettiğimizde mutlaka bir tıp doktoruna başvurmalıyız. Teşhisimizi öğrenmeli ve onun bize ne önereceğini duymalıyız. Ancak ondan sonra ne yönde ilerleyebileceğimize kendimiz karar verebiliriz. Unutmayın sizin bedeniniz ve sizin kontrolünüzde , bunun için doktorunuza soru sorun , hangi ilaç , yan etkileri nedir vs…….Bize uygulanan tedavilerde bize kendimiz hakkında ipucu verebilir. Örneğin bize reçete edilen tedaviler ağız yolu ile alınan ilaçlar ise hastalığımızın kaynağı daha çok geçmişte başımıza gelenler ve geçmişi bırakamamamız ile ilgili olabilir. Deri yolu ile alınan ilaçlar ise problemin daha çok duygusal sebeplerden kaynaklandığı düşünülebilir. O anda yaşananlara tepkidir. Solunum yolları ile kullanılan ilaçlar bize daha çok önerildi ise o zaman hastalığın kaynağı zihinsel olabilir ve gelecek korkusu diye tarif edebiliriz.Ayrıca hastalandığımızda kendimize sormalıyız. Bu hastalık oluştuğunda hayatımda ne oldu ? veya farklı gelişen nedir ? Hastalığımız bedenimizin hangi bölümünde ortaya çıktıysa , o beden bölümünün bedenimdeki işlevi nedir ? Yani beni ne yapmaktan alıkoyuyor ? gibi sorular bize hastalığımızın kökenleri hakkında ipuçları verebilir. Eğer bir kaza sonucunda bedenimizin bir bölümünde işlev kaybı varsa , o zaman bu beden parçasına yüklenmiş olan suçluluk duygumuz var olabilir. İnsanoğlu suçlu hissettiğinde kendini cezalandırır. Buhastalık , kaza , bela şeklinde kişinin hayatında yer alabilir.Suçluluk kendimizi otorite karşısında savunamamaktan hatalarımızla yüzleşememekten yanlışlarımızı kabul etmemekten ve gizlediğimizde de onları hemen kişiselleştirmekten kaynaklanır. İnsanlığın şu anda yaşadığı kaos , savaşlar ve dünyaya verdiği zararın derinliklerinde kollektif bilinçte yer alan ‘’ SUÇLULUK ‘’ duygusu vardır.
Hastalıklarımızın bedenimizin sağ ve sol yarısında oluşuyor olması da önemli bir belirti olabilir. Bedenimizin sağ tarafı ‘’erk prensibini ‘’ temsil eder. Erk prensibi gücü , etkenliği , cesareti , yüceliği , yiğitliği, adaleti , isteği , mantığı , azmi , organize olmayı ve eyleme geçmeyi temsil eder. Var oluşumuzun bu tarafı babamızdan etkilenir. Bu durumda sağ tarafımızda oluşan bir rahatsızlık varsa baba ilişkimizdeki unsurlara bakmak bize yol gösterir. Bedenimizin sol tarafı ise ‘’ dişi prensibi ‘’ temsil eder. Dişi prensip yumuşaklığı , esnekliği , güzelliği , estetiği ,absorbe etmeyi , güzel sanatlar ve edebiyata yatkınlığı , müzik ve uyumluluğu temsil eder. Bu tarafımız sezgilerimizin ve yaratıcılığımızın geldiği becerilerimizin yeridir. Varlığımızın yaratım ve karar verme halidir. Bedenimizin sol tarafındaki bir rahatsızlık bize anne ilişkilerimizdeki bazı unsurların işlev bozukluğunu anlatabilir.Bu prensipleri baba ve annelerimizden miras alır ve onlardan öğreniriz. Anne , babamızın bu rollerdeki sıkıntıları bizi bire bir etkiler. Ancak var oluşumuzun bu iki tarafı da uyumlu işlediğinde biz huzurlu ve mutlu hissederiz. İşte bedenimiz bazı sorunlar çıkardığında bu iki prensip gereklerini uyumlu bir şekilde hayata geçirememişizdir. Bu prensiplerin mimarları da anne ve babamız olduğunu bilerek onlarlailişkilerimize bakmak bize hastalıklarımızı tedavi ederken çok destek olacaktır.
Anlaşılan bedenimiz sıra dışı ve mucizevi bir araçtır. Bize beden duyumları , rahatsızlıklar ve hastalıklar yolu ile sürekli kişiliğimizin ruhumuz üzerindeki etkilerini mesaj olarak iletir. Bu şekilde bakmayı benimsediğimizde iyileşme ve tedavi süreçlerimiz hızlanır ve tamamlanır .Çeşitli beden bölgesi ve organlarımızdaki problemlerin zihinsel ve duygusal köklerini araştırırken , yedi tane enerji merkezimizin / çakra bize yol gösterebileceğini düşünerek bedenimizi bu 7 bölgede inceleyebiliriz. Bunlar kök çakra / bedenimizin alt bölgesi , cinsel çakra/ bedenimizin karın bölgesi , mide çakrası ( solar plexus) / bedenimizin orta bölgesi , kalp çakrası / bedenimizin kalp ve üst torso bölgesi , boğaz çakrası / bedenimizin boğaz , boyun , ense bölgesi , üçüncü göz çakrası / bedenimizin yüz bölgesi ve son olarak taç çakra/ bedenimizin kafa ve tepe bölgeleridir.
1-) Bedenimizin alt bölgesi ; kalçalarımızdan başlayıp . ayak parmak ucuna kadar olan uzuvlarımızı kaplar. Bu bölgede problem yaşayanlar yani ( kalça , bel alt bölgesi baldırlar , bacak , bilek ve ayaklar ile ilgili sorunlar) materyel ve fiziksel bütünlüğüne zarar gelebileceğinden korkan kişilerdir. Kendilerini izole ve dışlanmış / terkedilmiş hissedebilirler. Problemleri ile baş ederken sadece kendilerinin yapması gerektiğine inanır ve yardım almazlar. Ayaklarımız bizi toprağa , toprak Ana’ya kök salmamızı sağlayan uzuvlarımızdır. Ancak bu kişiler oradan nasıl besleneceklerini bilemezler. Hayatlarında kendileri için bir amaçları yokmuş gibi davranırlar , varsa da hayata geçirmeye çok korkarlar. Güvenlik onlar için en önemli unsurlardandır ve güvenliğin dışarıdaki etkenlerle sağlanacağına inanırlar. Böylece kişilere veya nesnelere bağımlıdırlar.
Gelecekte olacaklardan korkarak , güvenlikte hissetmenin çok önemli olduğunu düşünerek , her ne yapıyorsa , yaptığı işe tedirginlik ,endişe ve olumsuz duygular katarak yaşayan kişilerde sık sık rastlanan problemler;
· Ayak, bilek ağrıları.
· Dizde sorunlar, hoşgörü ve esneklikten yoksunluk.
· Varisler / selülitler.
· Ayak parmaklarında farklı sorunlar.
· Geçmişteki sorunlardan kendini soyutlayamayanlarda ise kalça ve kaba etlerde rahatsızlıklar oluşur.
· Kuyruk sokumunda sorun yaşayanların ise bir başka kişiye bağımlı olduklarına kendilerini inandırmaktır. Kendi güçlerini fark etmez diğerinin bağımlılığını kendine aitmiş gibi algılarlar.
İç organlara gözgezdirdiğimizde hastalık olarak en çok rastlananlar;
· Hemoroit problemleri genellikle gerginlik baskı altında olanlarda daha çok ortaya çıkabilir.
· Anal bölgedeki nodüller , kistler veya kanamalar ise geçmişteki bazı olaylara yoğun kızgınlık veya kişinin kendine dönük kızgınlık ve suçluluk duygularını gösterebilir.
· Böbrek üstü bezlerdeki sorunlarda benzer şeylerden oluşmakla birlikte hayat amacını bulamayan / fark edemeyen kişilerde daha çok ortaya çıkar.
2-)Bedenimizin karın ve sırt bölgesi yaratıcılığımızı fiziksel anlamda ifade ettiğimiz çok önemli bir parçamızdır.Cinsel çakra bölgesi diye de tarif edebiliriz. Bu bölgedeki aktiviteleri sadece dürtüsel bir fiziksel tatmine yönelttiğimizde tanrısal ve yaratıcı özelliklerini duygu ve duyumlarımızda yaşayamayız.
Bu bölgede özellikle karın vegenital organlarda sorunlar yaşayanların kendi hayatlarını yaratmaktan çok başkalarının hayatlarını yaratmaya çabalayanlar olduğunu düşünebiliriz. Kendilerinden emin olamazlar, başkalarının onların üzerinde yoğun bir yaptırım gücü olduğuna inanırlar. Bu yüzden kendilerini çoğu kişinin karşısında ve çoğu durumda YETERSİZ hissederler. Zaman içinde bu durum sürekli bir tedirginlik ve korku yaşamalarına sebep olur. Dışarıdan gelen uyaranlara çok fazla açık olurlar. Ayrıca cinsel dürtüleri ve hatalı buldukları cinsel eğilim ve yaşantılarından dolayı suçluluk hissedenlerde de bu bölgede çeşitli hastalıklar oluşabilir.
Sırtın alt bölgesi , yani bel bölgesinde rahatsızlıkları olanlar materyel dünya ve yaşam ile ilgili pek çok kaygısı olan insanlardır. İş yaşamları ile ilgili gereksiz endişe ve kaygıları olur. Bu kaygı ve endişeler sürekli bir hal aldığında yaşam sevincini kaybederek hüzünlü bir ruh hali yaratır. Sonuçta da bu durumun fiziksel oluşumunu bel bölgelerinde yaşarlar. Desteklenmediklerini düşünürler ve herkesi taşıdıklarına inanırlar. Gerçekte birileri onları sürekli taşısın isterler ve çevresindekileri domine etmeyi ve dediklerini yaptırmayı severler. Esnek ve anlayışlı değildirler.
Her şey kendi yöntemlerine göre yapılsın istediklerinden , kendileri her şeyi yapmaya kalkışırlar. Genellikle bir şeylere sahip oldukça da daha değerli olabileceklerine inanan insanlardır.
Kalçalarında ağrı , sızı veya hareket kısıtlanması yaşayanların ise gelecekteki bir adımı atmaktan korktuklarını söyleyebiliriz. Adım atmak için fonksiyonlarının sağlıklı olması gereken bir beden parçası olan kalçalar özgürce hareket edemeyeceğine inanan kişilerde farklı sorunlar çıkarırlar. Bu durum da bedenleri onlara özgürce büyük kararları almaları ve bunun sorumluluğunu taşıyabileceklerinin mesajını vermektedir.
Bu kısımdaki iç organlara gelince;bağırsaklar önemli bir hassasiyet bölgesidir. Organizmayı temizler , toksinleri ve işe yaramayanları boşaltarak bedeni yeniler. Farklı sindirim sistemi sorunları bize farklı mesajlar iletir. Örneğin ;
Kabızlık , geçmişten getirdiği düşünce kalıplarını , bakış açılarını değiştiremeyen sahip olduklarını bırakamayan hatta bazı konularda cimri ve sürekli toplayan kişiliklere sahip olanlarda daha sık rastlanan bir sorundur.
İshal ise; bir korku işaretidir. Hassas bazen kendi düşüncelerinden korkan kendini yetersiz bulan ve küçümseyen kişilerde sık sık oluşan bir rahatsızlıktır.
Crohn rahatsızlığı bu korkuyu her alanda yaşayabilen kişiliklerde oluşan kronik bir hastalıktır. Kişinin kendinin yeterince iyi olmadığına inanıp , mükemmeliyetçı ve kontrolcü yapısı bu kronik koşulu oluşturabilir . Kolit hastalığı ise genelde kendini yenik /yitik ve kurban hisseden kişilerde oluşmaktadır. Daha çok şevkat ve ilgi göstermeyen ailelerde büyümüş kişilerde kendini gösterir. Başkalarının sevgisi veşevkatiolmadanda kendilerini sevebilmeyi başarmaları gerekir.
Böbrekler de bağırsaklar gibi içimizdeki zehir ,toksin ve fazlalıkları sağaltmayı temsil eder. Bu bölgelerde sorun yaşayanların bir kısmı iç dünyalarını dışarıya yansıtamayan , sürekli duygularını kontrol altında tutarak otoriter , ketum ve herkes adına karar vermeye meraklı bir tutumda olan kişiliklerdir. Bir kısmı ise tam tersi kendi hayatlarında dahi karar veremeyen , kendini yetersiz hisseden ve daha çok aşağılık kompleksleri olan kişilerdir. Korkuları çok fazladır , otoritelerini kullanmayı bilemezler ve kendilerini beceriksiz hissederler. Genelde hayatın hiçte adil olmadığını ve bunun altında ezildiklerini düşünürler. Aileleri tarafından adil olmayan bir tutumla yetiştirilmiş kişilerde ortaya çıkan bir sorundur. Böbrek sorunları yaşayanların bir an önce kendi hayatları için karar verip , arkasında durabileceklerine ve yeterliliklerini görmeye ihtiyaçları vardır.
Genital bölgelerde oluşan birçok sorunun dibinde yatan en önemli duygusal sebeplerden biri cinsel suçluluk duygularıdır. Genellikle insanlar cinselliği sadece çocuk sahibi olma yolu veya bir keyif ve tatmin yolu olarak görür. Erkekler kendini fiziksel olarak tatmin etme rahatlama ve keyif alma yolu gibi kullanırken , kadınlarda sahip olma ( çocuğa ve erkeğe) gücünü erkekler üzerinde kullanma ,yönlendirme ve yönetme yolu olarak kullanırlar. İçten içe bilirler ki bu motivasyon unsurları gerçekte olması gereken değildir. Sevgi , şevkat , saygı ve değer verme duyguları olmadan yaşanan cinsellikten dolayı bilinçaltında bir çok farklı suçluluk duygu ve inançları oluşur. Genital organlarda yaşanan çeşitli sorunun kökeninde genellikle işte bu olumsuz duygular yatar. Bir kısım cinsel yetersizliklerin kökeninde ise erkekler için kaygı ve korku duyguları vardır. Özellikle anneye yetememek ve babanın yerini alamamak ile ilgili ilk çocukluk döneminde yaşanan ödipalkomlekslerin çözümlenmeden kalması ve genç erkeklik döneminde bilinç dışından yüzeye yansıyarak ‘’cinsel performanstan’’ korkmak , kaygılanmak olarak ortaya çıkmasıdır. Kadınlarda ise kendi kadınlığından utanmak , kadınlık duygularını kabullenmemek ve cinselliği kötü , kirli bir parça olarak kabul etmek farklı cinsel isteksizlik , soğukluk ve kaçınmaya yol açar. Bu da menstürasyon sorunlarından, vajinismus’a kadar geniş bir yelpazede kadınlarda fiziksel rahatsızlıklara sebep olur. Bazı rahim ve yumurtalık sorunları ise yaratıcılığını hayata geçirmekten korkarak kendi hayatları üzerinde ciddi kararlar alıp uygulayamayan kadınlarda daha sık görülebilir. Menapoz ve andropoz döneminde ortaya çıkan hastalıklar (prostat büyümesi , sıcak basması ve kalp sıkıntıları gibi…) ise yaşlanmaktan ve artık hayatta fonksiyonlarının azalmasından korkarak kendini yaşamında istediği gibi var edememiş ve kendi olamamış bir çok insanda görülmektedir.
3-) Solar plexus bölgesi (3.çakra) bedenin orta bölümünü kapsar. Alt karın ile göğüs altına kadar olan beden kısmıdır. Sırtın bir kısmınıyani en önemli 5 omurgayı kapsar. Sindirim sistemi organlarının en önemlilerinin olduğu bölgedir.Karaciğer , pankreas , mide (duedemum) 12 parmak bağırsağı , dalak bu çakrada yer alır. Duygularımızı bedenimizle yaşar ve hissederiz. Buna da beden duyumları diyebiliriz. Bu duyumları en yoğun hissettiğimiz yer ise solar plexus ‘tür. En yoğun duyguların duyumları bu bölgededir. Özellikle öfkenin en çok hissedildiği yerlerden biride sindirim sistemimizdir. Bu bölgede rahatsızlıkları olanlar geneldenefret , öfke , şiddetli istekler ,sahip olma tutkusu yaşayan ve sürekli başkalarının sevmesini bekleyen kişilerdir. Kendilerini ve başkalarını sevmeyi pek başaramazlar. Ayrıca kendini sürekli tehdit altında hissedip , kendini savunmak zorunda hissederler ve bu duruma duydukları kızgınlıklarını da içlerinde de tutarlar. Yaşadıklarını böylesine algıladıkça da bir türlü tam hazmedemezler. Olayları ve kişileri olduğu gibi kabul etmekte zorlanırlar ve kendi bilip anladıklarının mutlak doğru olmasını isterler.
Örneğin sırtın orta bölgesinde ; lumbago da problem yaşayanların bu süreçte karşılaştıkları bir yaşam sorunu karşısında çaresiz ve kararsız hissetmelerinden kaynaklanabilir. Genelde de kimden nasıl yardım isteyeceklerini bilemezler ve yakınlarından beklentileri artar. Siyatik siniri sıkışarak bir nevraljisi olanların ise gelecek ve maddiyat ile ilgili korkuları olabilir. Kendilerine güvende hissetmenin tek yolunun daha fazla imkanlara sahip olmak yerine kendi iç kaynak ve yeterliliklerine güvenmelerinin geleceklerini daha güzel şekillendirebileceklerine inanmalarıdır. Bu bölgedeki ‘’disk kayması’’ rahatsızlığının derinlerinde ise yaşamda desteklenmediğini düşünen sürekli onaylanma ihtiyacı içindeki kişilerinde oluştuğunu görebiliriz. Kendi kararlarından emin oldukça daha güçlü bir sırtları gelişebilir. Umutsuz ve dünyanın yükünü taşıdığına inanan bireylerde ise skolyoz (omurga eğriliği) oluşmaktadır.
Karaciğer hastalıkları olan kişiler ise genelde başkalarını olduğu gibi kabullenmekte çok zorlanan (aslında onlarda gördüğü kendi parçalarını kabullenemeyen) ve sürekli yaşamından memnuniyetsiz , yargılayıcı ve eleştirel tiplerdir. En çok kızgınlık ve öfkenin biriktiği bir organdır. Karaciğer de bu duygular çok fazla yerleştiğinde kriz çıkarır. Karaciğer sorunları ayrıca sürekli mutsuz ve hüzünlü , gergin ve tahammülsüz ve de kıskançlık yaşayanlarda oluşmaktadır. Bu durumda olanların öncelikle kendilerini kabul edip sevmeyi ve tüm yaşadıkları ile memnun kalmayı başarmaları gerekir. Şikayet etmeyi bırakıp daha güzeli yaratmak için uğraşmaları ve niyetlerini dürüstçe ortaya koymaları onlar için iyi olur.
Safra kesesi taşları ve sorunları ise kararlı olan ve aklında sürekli yapmak istedikleri olupta çevresi tarafından engellendiğine inanıp sürekli kendini zorlayan kişilerde görülebilir. Ancak diğer çözüm yollarından korkarak , o’nu engelleyenlere müthiş öfke duyarlar ve bu durum onların safra keselerini ve safra yollarını olumsuz olarak etkiler. Hepatit ve sarılık gibi karaciğer rahatsızlıkları da genellikle öfke , intikam , aldatılma ve kin duygularının sonucu gelişebilir. Mide problemleri yaşayanların genel tavrı yeni fikirlere çok kapalı olup , ikilikleri algılamayı reddetmek olabilir. Belirsizliğe tahammül edemeyen kontrolcü ve kaygılı kişiliklerdir. Kararsızlık , öfke duyguları ile karıştığında kişiye mide bölgesinde çok rahatsızlık , gastrit , ülser , mide yanması gibi yaşatır. Açıkçası yeni oluşan durum , tutum ve davranışları hazmedememekten kaynaklanan çeşitli enflamasyon durumlarının sonucu bu tür kronik hastalıkları yaşamaktır. Esneklik , olumlu tarafa odaklanmak , hoşgörü , yaşananların sevgi yanını keşfetmek bu tip rahatsızlıkların üstesinden gelirken önemli katkıda bulunabilir
Zehirlenmelerde kişinin kendi düşünceleri ile ilgili olabilir. Toksik ve zehirli düşüncelere sahip olanlar yediklerine karşı daha hassas olup çabuk etkilenebilirler. 3-5 kişi aynı yemeği yiyip de sadece birinin zehirlendiği durumların psişe üzerinden açıklaması olarak bu durum kabul edilir. Zihnimiz tarafından en çok etkilenen organlarımızdan Pankreas ayrı bir önem taşımaktadır. Sadece insülin salgılanmasından değil , ayrıca kandaki şeker seviyesini de dengeleyen tek organımızdır. Pankreas ‘ın işlevlerini yerine getirmediğinde oluşan ‘’hipoglisemi’’ önemli bir rahatsızlıktır. Altında yaşam sevincinden yoksun olmak ve yaşamdan keyif alamamak etkenleri yatmaktadır. Hipoglisemik kişilerin yaşamın neşeli, keyifli taraflarını göremedikleri ve hayatlarını yeterince neşeli ve mutlu hale getiremedikleri düşünülür. Diyabette ise kişilerin duygu dünyaları biraz daha farklıdır. Hayatta sevgiyi bulamadıklarına inanıp sürekli bunu arayanlardır. Genelde sevgiyi almakta zorlanan insanlardır, içlerinde hep bir hüzün olabilir ve sevgiyi almayı hak etmediklerini düşünebilirler. Bu rahatsızlığı geliştiren kişilerin çareyi dışarıdan gelen bir uyarıcıya değil de kendi istek arzularını gerçekleştirmenin çare olacağını anlamaları gerekir.
4-) Bu bölge kalp çakrası ile ilgili göğüs bölgesidir. Önden kalp , akciğer ve bronşların olduğu yerdir. Arkadan ise sırt , enseye kadar gelen 12 önemli omurganın , omuzların kollar ve ellerin bulunduğu alandır. Kalp enerjisinin sevgi tarafından beslenmesi gerekir ve ne zaman ki hem kendine , hem de başkalarına karşı eleştiri , yargılama ve beğenmeme , sevgi duyamama gelişir, o zaman bu bölgede problemler oluşabilir. Bütün kalp problemleri mutluluk ve neşenin hissedilmediği durumlarda gelişir. Kalp problemleri olan kişilerin kendilerini ve başkalarını affedip , sevgi vererek iyileşmeleri daha kolaylaşır.
Kalp krizi geçirenler çoğunlukla ya parayı ya da gücü kendilerinin önüne koyarak kalplerinin sevgi alma ve verme ihtiyaçlarını önemsemeyenlerdir. Omuz ve sırt ağrıları ve hastalıkları ise bir çoğumuzun bildiği gibi kendimize ait olmayan sorumlulukları yüklenmek ile ilgili olabilir. Sırtlarından sorun yaşayanlar bir çok sorumluluğu yerine getirirken, bunları başkalarından karşılık bekleyerek yaptıklarını fark edemezler. Yeterince karşılık alamadıklarını düşündüklerinde ise kızgınlık ve öfkenin de yükü omuzlarına biner. Sevgi dilleri daha çok karşısı için bir şeyleri yapmak ve o’na yapılmasını beklemek ile ilgilidir. Duygusal alışveriş dengesini bulabilmeleri onların bu sorunu aşması için iyi bir adım olacaktır. Omuz ağrıları ise yine kendine ait olmayan veya zorunlu bırakıldığına inandığı yükleri taşıyanlarda veya herkesin mutluluğundan , iyiliğinden kendini sorumlu tutanlarda sık karşılaşılan bir durumdur. Kollarımıza gelince çalışmak ve kucaklamak için en çok kullandığımız uzuvlarımızdır. Kucaklamak derken sadece insan veya hayvanları değil yeni bir durumu da sembolik olarak kollarımız ile karşılarız. Kollarda ve ellerdeki sorunların kaynağı kişinin yaptığı işi sevgiyle değil , ancak olumsuz duygularla yerine getirdiğini gösterebilir. Bu durumda kişi ya işini değiştirmeyi düşünmeli veya yaptığı işe farklı gözlerle bakmayı denemelidir. Ayrıca belki kollarını sevgiyle yakınlarını kucaklamak için kullanmayı deneyebilir. Kollarında rahatsızlık yaşayanların bir kısmı da hayatta yaptığı işte yeterli olmadığını düşünenlerde daha çok ortaya çıkar. Yaptıkları işlerle ilgili bunu düşünenlerin kendilerini dışardan görmeye çalışmaları ve başkaları benzeri işleri yaparken onları gözlemlemeleri belki kendilerinin de onlar kadar veya daha iyi yaptığını fark ettirebilir.
Ellerdeki sorunlarda , kollardaki problemlere çok benzer sebeplerden oluşur. Alma ve verme dengesini de ifade eden eller ve kollar kalp bölgesinin uzantılarıdır. Bundan dolayı bu bölgedeki rahatsızlıklar genellikle ‘’sevgi’’ alışverişindeki her türlü dengesizliklerin sonucudur. Sol taraf daha çok almayı temsil ederken , sağ tarafta vermeyi anlatır. Sevgiyle alıp veremediğimizde veya sevgiyi hem kendimize alamadığımız ve de veremediğimizde kollar ve ellerimizde farklı sorunlar oluşabilmektedir. Göğüslerde ( memeler) hangi cinsiyet olursa olsun kişinin dişil enerjisini , parçasını temsil eder. Bu da fazla korumacı ve kollayıcı tutum sergileyen ve sürekli müdahale eden bir tavrın temsilidir. Böyle bir anne ile büyüyen erkekler yetişkinliğe geçişte annelerinin koruyucusu ve kollayanı olurlar. Kızlar ise aynı tavrı eş veya sevgililerine sergilerler. Bu durumlarda daha çok kendi yanındaki için kaygılanan , gergin , müdahaleci ve kontrolcü bireylere dönüşürken bu fiziksel olarak göğüs bölgesinde farklı sorunlara yol açabilir.
Bedenimizin kalp çakra bölgesindeki önemli hastalıklardan biri de damarlar ile ilgili olanlarıdır. Bu durum aynı zamanda kan değerleri ile ilgilidir.’’ Kan’’ yaşam sevincini temsil eden, kişinin kim olduğunu ve nasıl yaşadığını gösteren en önemli bedensel değeridir. Kan değerleri üzerinde yediğimizin , içtiğimizin çok büyük etkisi görülürken , zihinsel ve duygusal yaşantımız da bir o kadar etkilidir. Yaşamında daha çok hüzün , korku , öfke hisseden kendine yönelik yargılama/ eleştiri yapan kişilerde kan değerlerinde problem olacaktır. Özellikle anemi/ kansızlık veya türlü toksinin birikimi ortaya çıkacaktır. Eğer kişinin damar yolları kapalı ise, yaşamındaki sevginin azlığını veya yokluğunu da belirler. Kolesterol yüksekliği yaşama sevincindeki blokajı temsil ederken , pıhtılaşma problemleri yaşayanların daha çok kendilerini hayatta çok yalnız hisseden insanlar olabileceğini düşünebiliriz.
Yüksek tansiyon; sürekli olumsuz ve kaygılı düşüncelere sahip insanlarda bir süre sonra oluşan büyütme/ drama haline getirme durumu geliştiğinde ortaya çıkabilir. Kızgınlığını bastırmaya , tutmaya çalışan kişilerde daha sık rastlanır. Yaşamını daha çok kafasında kurgulayıp , içinde yaşayanlarda daha sık görülebilir. Kişi ya bakış açısını farklılaştırıp meseleleri kafasında büyütmemeyi öğrenmeli ya da buna bağlı gelişen duygularını dışa vurmalıdır. Bu şekilde damarlarındaki gerilimin rahatladığını fark edecektir.
Düşük tansiyon ise genelde yaşamını mücadele gerektiren durumlarında baştan havlu atan kişilerdir. Yaşam enerjileri çabuk düşer ve nasıl olsa ben baş edemem diye denemeden pes ederler. Sorumluluk almak onları çabuk yorar , o yüzden kaçınırlar. Tabii bu durum her düşük tansiyon sahibi için geçerli olmayabilir. Çünkü bazı kişiler düşük tansiyon değerleri ile de kendilerini iyi hissederler. Belki de bu durum onlar için geçerli olmayabilir.
Solunum yolları ile ilgili sorunların en başında sıkça duyduğumuz ‘’ astım‘’ gelir. Farklı çeşitleri olan ve genelde çocukluk ve gençlik yıllarında ortaya çıkan bu hastalık rahat nefes alamamak ve boğulma duygusu ile ilgilidir.Genelde üzerlerine çok düşülerek büyütülen çocuklarda ,kişilerde olur. Öncelikle başkaları tarafından değil de daha çok kendilerinin yapmak istemedikleri tarafından boğulmuş hisseden kişilerde olur. Bazen de aileleri çok fazla üstlerine düştüğünden bu ilgi ve alakayı hep tutmak amaçlı bir bilinçaltı dikkat çekme tepkisidir. Veya çok müdahaleci ailelerde , beklenenleriyerine getirmek yerine , yaptırmak amaçlı bir tepkide olabilir. Başkaları tarafından sevilmek istediklerinde de bu durum gelişebilir. Öncelikle kendilerinin en olumlu taraflarına odaklanarak kendilerini sevmeyi öğrenmeleri ve herkesin onları sevmeye mecbur olmadıklarını bilmeye ihtiyaçları vardır.
Akciğerlerde yaşanan sorunları ise genelde yaşamayı hak etmediğini düşünen , hayatını olduğu gibi kabul edip götüremeyen , kaldıramayan yaptığı hiçbir şeye fazla ilgisi kalmayan ciddi depresyon belirtileri gösteren kişilerde oluşabilir.Anfizem şeklinde ortaya çıkan akciğer sorunları hayatından hiç memnun olmayan kişilerin kendilerinde yarattıkları bir hastalık olabilir. Zatüree daha çok yaşamındaki bir çok şeyden yorgun düşmüş ve sorumluluklardan bıkmış kişilerde görülür. Bu yüzden yaşlıları daha çabuk tutabilir. Belirli yaşın üzerindeki insanların yaşlarını bir kenara bırakmaları ve hayattan tekrar zevk alabilmeleri önemlidir. Bunu yapmalarına en büyük engel yaşlarını düşünmeleri ve ruhlarının ihtiyaçlarını göz ardı etmeleridir. Yaşlarına uygun davranmamak ve gücü yettiğince hareket edip , bağlı oldukları aktiviteleri sürdürmek onların hayatı yeniden keyifli bulmalarını sağlayabilir,
Bronşit gibi hastalıklar ise kişiyi zorlayan ilişkilerinolduğu , artık iletişimsizlikten veya agresif iletişim sonucu oluşan olumsuz atmosferden yada dayanamayacaklarını düşündükleri aile çevresinde gelişir. Bu durumdan olumsuz etkilenen kişiler kendilerini artıkbitik , bıkkın , yılgın hissederler ve bu onları gerer ve özellikle bunu bronşlarında hissederler.
Boğaz , boyun , yüz ve baş bölgelerini kapsayan diğer 3 çakra bölgelerinde oluşabilen hastalıkların duygusal sebepleri ile ilgili yazımı ilerleyen haftalarda okuyabilirsiniz.
Sevgiyle kalın.
HASTALIKLARIMIZIN KAYNAKLARI ( 2 )
5. Bölge Boyun / Boğaz çakrasıdır. Boğaz ve ense bölgelerini , çeneyi ve dudağımızın üstüne kadar olan kısmı temsil eder. Özellikle ön tarafta yer alan boğaz bölgemiz yaratıcılığı ifade ettiğimiz bölgedir. Yaratıcılığımız ve benlik duygu , düşünce ve inançlarımız bu bölgedeki enerji sayesinde konuşarak ses ile dışa vurulur. Bu enerjinin kökeni gırtlak çevresidir. Kutsal merkezden güç alır ve sesin gücünü ortaya çıkarır . Sadece doğrular söylendiğinde bu enerjinin kalitesinin yükseldiği söylenir. Yani dünyaya ve çevremize yansıttıklarımızın en somut halidir. Ses enerjisi önemlidir. Bu enerjiyi kaliteli bir şekilde kullandığımızda mucizeleri oluşturmaya başlayabiliriz. Ne zamanki biz yüzleşmek zorunda kaldığımız kişileri ve durumları suçlamaktan vazgeçip yüksek benliğimizin tüm bunları bizim bilinçlerimizi geliştirmek için önümüze getirip , yarattığını kabul ederiz, işte o zaman bu enerjiyi doğru şekilde kullanmaya başlamışızdır. Boğazımız aynı zamanda bize doğru gelen şeyleri de alma yani içimize kabul etmeyi temsil eder. Ancak eğer dünyayı güvenilmez ve olumsuz bir yer olarak algılıyorsak , o zaman bize sunulanların olumsuzluklar olduğuna inanarak bu yönden zihnimize gelen verileri işleyerek ancak mutsuzlukları ve olumsuzlukları içimize alabiliriz. Bu ifade etme / verme ve alma dengesi ta ki biz iyicil ve besleyici bir evrene güvenmeye dönüşünceye kadar sürer.
Bu çakrada yer alan önemli bir bölgede , boyun bölgesidir. Bu kısımda daha çok düşünceler işin içine girer. Omuriliğimizi beynimize bağlayan son 7 omurga bu bölgede yer alır. Zihinsel beden boyutunda yer alan boyun ve ense kısmında oluşan problemlerin kaynağı solar plexus ve kalp çakra bölgelerindeki gibi duygusal nedenlerden çok düşünce biçim ve kalıpları ile ilgilidir. Bu bölgede yer alan ve sıklıkla karşımıza çıkan eğri boyun olarak bilinen ‘’tortikolis’ kişinin boynunu sağa sola yeterli derecede çevirmesini engelleyen kas kasılmalarıdır. Kendini bir başka durum ve şekilde görmek istemeyenlerde oluşur. Yeni durumlardan korkup kaçınan kişilerde rastlanır. Özellikle boynunu sağa sola çeviremiyorsa kişi kimlere ‘’Hayır ‘’ demeyi başaramadığına ve nedenlerine bakmalıdır. Eğer başını öne ve geriye oynatmakta zorlanıyorsa ’’Evet ‘’ demesi gereken hangi durum ve kişiler olduğuna dikkat etmelidir.
Ense kökünde ağrı ve sorun yaşayanların ise kendi iç seslerine güvenmeleri ve seçimlerinin arkasında durmaları önemlidir. Bu kişiler iç dünyalarında bir çok şey hayal edip , diğerleri onaylamaz diye hayata geçiremeyen kişilerdir. Kendi varlıklarına daha fazla değer vermeli ve kendilerini ifade etmekten kaçınmamalıdırlar. Boğaz ağrı ve problemleri ise kızgınlık ve kırgınlıkları yutup , biriktirmek ile ilgilidir. Aynı zamanda hayatındaki bazı şeyleri değiştirememekten de kaynaklanır. İsteklerini ve ihtiyaçlarını söyleyemeyen kişilerde oluşan kızgınlık ve öfke duyguları ifade edilmediğinde içe dönük kızgınlık oluşur ve bu boğaz enerjisinin kalitesini bozarak enflamasyonlara ve boğaz hastalıklarına yol açar. Örneğin bademcik iltihaplanmasını sık sık yaşayanların büyük bir kızgınlık içinde olup bunu ifade edemedikleri düşünülmektedir. Ancak önemli gördüğü bir otorıte figürüne söylemek istediklerini korku duyguları yüzünden söyleyemeyen kişilerde ise daha çok ses kaybına uğradıkları ‘’larenjit’ ’gelişebilir.
Bu çakra bölgesindeki en önemli hastalıkların geliştiği yer ise ‘’Tiroit’ ’bezidir. Genelde tiroit hastalıkları hayatını istediği yönde yaratamayan ve yaratıcılığını ifade edemeyenlerde görülür. Bu hayati bezimiz metabolizmamızı düzenler ve bedenimizin iod üretimi burada gerçekleşir. İod güçlü bir antiseptiktir ve bedenimizdeki toksinleri uzaklaştırır. Boyun bölgesi başlı başına kafamızı bedenimize bağlayan bölge olduğundan başlı başına önemlidir. Yani kişinin ruhsal ve fiziksel parçaları arasındaki köprüdür. Nasıl ki beynimiz komut eder bedenimiz yapar , zihnimizden geçenleri de dışa yansıttığımızda gerçek ihtiyaçlarımız yerine sahtelerini söylersek tiroit bezimizde problem oluşur. Örneğin hipertiroit ( gereğinden fazla çalışan tiroit bezi) olan kişiler hayatlarında bir çok farklı şey yaratırlar ancak gerçek ihtiyaçlarını ortaya koyamadıkları ve sustukları ( veya susturuldukları) için başkaları yapmak istediklerine engelmiş gibi nefret ve öfke duyanlardır. Hipotiroit (tiroit bezinin yetersizliği) ise benzer nedenlerle oluşur , ancak en yakınlarına içinden geçenleri ifade edemeyen , saklayan ve kendi yaşam kararları almaktan kaçınan ve hayatında bir çok şeyde yaratıcılığını ortaya koyamayanlarda daha çabuk gelişen bir rahatsızlıktır. Türkiye’de kadın hastalığı olarak daha çok görülür ve çok sık rastlanan bir durumdur. Yüzyıllardır bastırılan , başına gelenleri dahi anlatmayan aile ve çevre baskısı ile kendi hayatını yaratamayan Türk kadını için artık genetik bir hastalığa dönüşmüştür.
Ağız içi sağlığı genelde dışa vuramadığımız ve kendimizde utandığı olumsuz ve toksik düşüncelerimizden kaynaklanır. Kendine ve başkalarına karşı gerçekten çok olumsuz düşünceler farklı ağız içi hastalıklarına yol açar. Örneğin ağızda çıkan aftlar / yaralar veya sürekli ağız kokusu gibi….)Diş gıcırtatmalar özellikle uyurken bunu yapanların gerginliklerin birikimi ile oluşan tahammülsüzlüklerinin ifadesi gibidir. Gözyaşlarını içerde tutanlarda daha çok görülebilir. Dişeti sorunları ise kendi kararlarından emin olamayan , hata yapmaktan korkan, harekete geç komutu veren bedenlerini durduran ya da yaşam sevincinde azalma olan kişilerde oluşmaktadır. Çene ve çiğneme ile ilgili sorun yaşayanlarda kendilerinde nereden geldiğini bile bilemedikleri bir kızgınlık ve öfke belirtisi olabilir.
Burun ve boğaz enfeksiyonlarına sıkça yakalanan ve şiddetli grip olan insanların kendi içlerinde yaşadıkları önemli konulardaki tezatlıklar sonucunda bağışıklık sistemlerinin düşmesi ile oluştuğu söylenebilir.
6. Bölge 3 göz çakrasının olduğu yüz bölgesini ve burundan yukarı olan kısımda yer alan hipofiz bezinin olduğu bölgeyi kapsar. Hipofiz bezi bedenimizdeki tüm bezlerin yöneticisidir. Bu bölgedeki enerjinin frekansı çok yüksektir ve titreşimi de çok yoğun olur. Alın bölgesindeki bu merkez aynı zamanda fiziksel güç ve kabiliyetlerimizin de geliştiği merkezdir. Bu bölgedeki önemli rahatsızlıklardan biri de sinüzit ve burun ile ilgili hastalıklardır. Etrafında olan bitenlerdeki iyiliği ve sevgiyi görmek yerine sürekli eleştirilecek ve yargılayacak şeylere odaklanan daha çok bunları hisseden kişilerde görüldüğü tespit edilmiştir. Horlama eski düşünce kalıplarından çıkamayan yaşam ve kendi ile ilgili farkındalığı daha az olan kişilerde sık sık ortaya çıkabilir. Sağırlık veya kulaklardaki sorunlar genelde inatçı kişiliği olan ve kendini uzaklaştırmak isteyen kolaylıkla kendini reddedilmiş hissedenlerde görülebilir.
Duyduklarını çok fazla ciddiye alan bu kişilikler aynı anda şiddetli bir kızgınlık içinde de olabilirler. Başkaları ile empatik bir ilişki kurmayı deneyip daha çok sevgiyle yaklaşmaları onların iyileşmelerine yardım eder. Gözlerdeki problemler genelde küçük yaşlarda oluşanlar veya orta yaşlarda ortaya çıkanlar olarak ikiye ayrılabilir. Küçük yaşlarda yaşanan görme problemleri ailedeki gerginlik ve stresin dışa vurumudur. Sistemin en masum üyesinde ortaya çıkar.Ya da çocukluk korku ve endişeleri görme ile ilgili sorunlar oluşturur. Ancak orta yaşlarda ortaya çıkan görme problemleri daha çok hayatındaki önemli şeyleri kaybetme korkusu ile ilgilidir. Uzağı görememe gelecek endişesi ile ilgiliyken yakını görememe ise şimdi ve şu anda hayatında gördükleri onu gelecek adına endişelendirdikçe oluşur. Bir türlü kendi güzelliğini ve ihtişamını göremeyen ve inanamayanlarda ise astigmat oluştuğu söylenebilir.
Kısaca baktığımızda görme sorunlarının her türlüsü endişe , kaygı , korku ve tedirginlik duygularının yarattığı stresler sonucudur. Ne ilginçtir ki alın bölgesinde yer alan burun , boğaz , kulak ve gözler gibi uzuv ve organlar en çok çocuklukta etkilenmekteler. Çünkü alın bölgesi aslında var olmayı , varlığımızı temsil eder. Duyarlı ve saf olan çocukluk döneminde , o yaştakiler etraflarında görüp , işitip , hissettikleri çeşitli olumsuzluklardan müthiş etkilenirler ve bunu ifade edemedikleri ve bu şekilde var olmak onları zorladıkça bu bölgedeki organlarda çeşitli hastalıklar oluşur. Özellikle aile ortamında oluşan çeşitli olumsuzlukları saf ve sevgiye muhtaç olan çocuklar sevgisizlik olarak algıladıkça daha sık hastalanırlar. Onlara yetişkin dünyasında olan bitenin tüm uyumsuzluğuna ve olumsuzluğuna rağmen onları her daim sevdiğimizi söylemek ve ilgilenmek onları rahatlatabilir , dünya ve çevreye uyum sağlamalarını kolaylaştırır.
Alın bölgesinde sık sık karşımıza çıkan bir diğer problem ise baş ağrısıdır. Baş ağrısının en önemli nedeni bir durum veya olayın veyahut bir kişinin insan üzerinde baskı yaratmasıdır. Bu baskıya çeşitli nedenlerle katlanan kişi beraberinde baş ağrısı çekmeye başlayabilir. Alın bölgesinde oluşan bir baş ağrısı , kişinin kafasını fazlasıyla yorarak iyi veya kötü mü yapıyorum endişesinin bir ifadesi olabilir. Gelecekten endişelenen ve oluşabilecek şeylerle ilgili bir an önce sonucu görmek isteyenlerde baş ağrısı daha yaygındır. Ancak bu konuda daha da önemli olan ,alın bölgesinde baş ağrısı çeken kişilerin sürekli kendini eleştiren , yargılayan ve kendini kolay kolay takdir etmeyen kişilikler olduğu sık rastlanan bir bulgudur.
Bu bölge aslında kutsal bölge olarak adlandırılan cinsel enerjinin merkezi 2. çakraya direk bağlıdır. Bu yüzden genelde migren ağrılarının nedeni cinsel hayattaki tatminsizlik ve dolayısı ile yaratıcılıktaki tatminsizlik olarak tespit edilmiştir. Öncelikle , migren şikayeti olanların hayatlarını yaratmaları için kendilerine güvenmeleri ve inanmaları önemlidir. Başkalarına bağımlı olduklarını zannetmekten vazgeçmeliler. Örneğin: İstemediği bir işi yapmak zorunda hisseden birisi , hayatta seçimi olmadığına inanabilir. Ancak kendini güçlendirip , güvenirse harekete geçebilir ve işini değiştirme sürecine girer. İşte böylece hayatını yaratmaya başlar.
Depresyon son yıllarda büyük bir sıklıkta yetişkin yaşamında daha çok ortaya çıkan psikolojik bir rahatsızlıktır ve bu enerji merkezi ile ilgilidir. Yaşam sevinci ve isteğini kaybetmek ve kendini gereksiz , önemsiz , değersiz ve suçlu hissetmek ile doğrudan ilintilidir. Bireyselliğin ve kendi düşüncelerinin tamamen bozulduğu bir zihin durumudur. Kendine güven ve değer duygularının sarsıldığı bu rahatsızlığa sığınarak yaşamında baş etmesi gereken sorunlardan kaçmayı da kolaylaştıran ruhsal bir hastalıktır .Kendini ve özünü sevmenin ne olduğunu anlamak ve içindeki yaratıcı benliği bulmak bu hastalığı yaşayanların ilk başta yapması gerekenlerdir.
7. enerji merkezi baş ve başın tepesini kapsayan bölgedir. Bu bölge ‘’pineal ‘’ bezinin yer aldığı insan bedeninin özel bir kısmıdır. İnsan için kendinin de Tanrının bir yansıması olduğunu ve yaratıcının ( co creator ) yardımcısı ve temsilini ifade ettiğini anlamanın ve aydınlanmanın merkezidir.
Beyin tümörleri bu bölgede oluşan ciddi rahatsızlıklardır. Eski düşünce ve bakış açılarını inatla değiştirmek istemeyen kişilerde oluştuğu bilinmektedir. Ruhunun ihtiyaçlarına rağmen farklı davranarak kendini aşırı zorlayanlarda daha kolay ortaya çıkmaktadır. Bu durumda beyin bedenin ihtiyaçlarını hiçe sayarak davranmaya başladıkça hastalanmaktadır.
Psikoz , nevroz ve şizofreni gibi hastalıklar metafizik açıdan bakıldığında kişinin tamamen kendi benliğinden uzaklaşma ya da kabullenememesinden kaynaklanır. Kendi doğasını anlamamak ve kendini başka bir varoluşa teslim etmekle ilgilidir. Benliğinin hiçbir parçasını olduğu gibi kabullenememektir. Kendini benliğini bir başka kişilikte yaşamak istemektir. Bu tür akıl hastalıkları olan kişiler genelde çok zeki olup kendi doğasını kabullenmeyerek sürekli insanın doğasını anlamaya çalışıp durmaktadırlar. Çok yüksek düzeyde yaşadıkları anksiyete ( korku, kaygı , endişe , heyecan ) yüzünden tüm dünyayı güvensiz , kabul edilemez ve tehlikeli bulurlar. İçlerindeki tanrısallığa asla inanmazlar ve kötüyü insana dair olarak görmeyip şeytani güçlere (dış güçlere) mal ederler. Böylece Tanrı bilincinden çok uzaklaşıp dıştaki güçlerin varlığına inanıp sürekli tüm dünyayı kontrol etmeye kalkarlar. Üst beden çakraları çok fazla etken olurken kök çakraları ve cinsel çakraları sürekli kapalıdır. Ne zaman ki yoğun olumsuz duygular yaşarlar , enerji bedenlerinde sanki bacakları ve kalçaları ayrışır.
Bu tür hastaların beslenme diyeti mutlaka her türlü şekerden uzak olmalıdır. Hiçbir bilginin (kitap, tv, dvd…vs) onları uyarmadığı ortamda olmalıdırlar. Sürekli enerjilerini topraklamak ve kök çakralarını açmak için açık havada ve toprak üzerinde bazı aktiviteler ( bahçecilik , çiçekçilik gibi) onlara çok iyi gelir. Ve sürekli sevgi ortamında olmalıdırlar. Sevdikleri tarafından şefkat ve anlayışla sarmalanmalıdırlar. Delilik olarak adlandırdığımız tüm diğer akıl rahatsızlıkları aslında keskin bir biçimde hayattan kopma isteği ile ilişkilidir.
Menenjit hastalığına yakalananların ortak noktaları özellikle aşırı hassasiyet ile olaylara tepki veren , dramatize eden kişiler olmalarıdır. Aynı ağır ateşlenmelerde olduğu gibi yoğun bir kızgınlığın sonucu oluşan bir tepkileri de menenjit olabilir. Önemli olan bu hastalıkta kişinin artık çevresinden çok kendinin kendinden sorumlu olduğunu fark edip başkalarının mutluluğundan sorumlu olmadığını anlamasıdır.
Epilepsi (sara hastalığı) ülkemizde sıklıkla ortaya çıkan kronik bir rahatsızlıktır. Ataklar halinde ortaya çıkan bu hastalığın duygusal sebepleri daha çok cezalandırıldığına inanmak veya yaşadığı hayatı ret edip içinde şiddet duyguları beslemek ile ilgilidir. Belki şiddet gören bireylerde ortaya çıkabilmektedir. Veya birisine karşı aşırı şiddet duyguları beslemekle ilgili olabilir. Bu durumda kişi kendini o kişi yerine cezalandırılmış hissedip tamamen kimliğini ret edebilir. Genelde çok yumuşak görünebilen kişilerde oluşurken bu tiplerin içlerinde büyük bir tezatlık yaşadıkları anlaşılmaktadır. Bu rahatsızlık genelde çocukluk döneminde başlar, çekirdek aile içinde yaşanan olay ve ebeveyn tutumlarının sonucunda çocukta oluşan , bu tür duygusal sorunların dışavurumudur. Son olarak 7. çakra bölgesinde yer alan saçlarımız ve başımızın saçlı derisi ile ilgili bir çok problem genelinde psikosomatik olup bir çok kişi tarafından o ya da bu şekilde hayatının belirli dönemlerinde yaşanabilir. Saçlarımız bizi kozmik enerjiye bağlayan antenlerdir. Saç dökülmesi yaşamın ve kendilerinin ilahi ve manevi güçlerini fark etmeyip , yoğun endişeler yaşayarak hayatın materyel yönü ile çok meşgul olanların karşılaştığı bir sorundur. Yaşam mücadelesi verdiğine inanıp , olaylar karşısında kendini çaresiz hissedenler ve sürekli hayatı kontrol etmeye çalışan kişilerde saç dökülmesi çok sık yaşanabilir.
Bu durunda kişinin sakin olması ve yaşamın aslında bizim daha iyi olmamız için , daha çok sevgi enerjisi ile olayları kucaklamamız için var olan bir itici güç olduğunu anlaması önemlidir. Elimizden gelenin en iyisini yapmak için huzurlu bir noktadan baktığımızda kendiliğinden yaratıcı çözümler üretebildiğimizi görebiliriz. Önemli olan yaratıcılığımızı ortaya koyarak çözümler üretmek ve evrensel itici güce inanmaktır.
Bu çakra bölgelerinin her birinde oluşabilen , sadece bir alana özel olmayan diğer hastalıklar ile ilgili yazılarıma önümüzdeki günlerde devam edeceğim. Şimdilik sevgiyle kalın….
Ses Ritim ve Hareket Yolu ile Farkındalık
Trans Dans
“Düşünce ve deneyim eş zamanlı gerçekleştiği zaman bilinç değişmeye başlar. Yani Trans Dans mükemmel bir çözücüdür.”
Beden hareketleri tümüyle kelimesiz iletişimin bir modelidir. Bilincin kelimesiz ifadesidir. Beden hareketleri (dans) aslında gerçek hayatta bildiğimiz gerçekliğin kelime kullanmadan açığa çıkarılması şeklidir. Ancak sezgisel (kasıtsız) hareket görünmeyen güçler tarafından yönlendirilenden biraz daha zorlayıcı bir dans formudur ve bizim bireysel, kasıtlı irademiz tarafından kontrol edilemez.
Sezgisel dans eksik anlayışın ifadesidir. Yaratıcılığın derin hareketidir. Sezgisel hareket yeni bir lisan formu geliştirir. Ancak sezgi kesinlik değildir, farklı dereceleri vardır. Bazı insanlar diğerlerine nazaran daha sezgisel olabilirler. Burada sorulması gereken soru “sezgilerimi bu manevi dünyaya girebilmek için nasıl geliştirebilirim?”. Cevap basittir… Kendinizi harici belleğinizde, yani “gerçeklik ”de, tutmak için kullandığınız organik hislerinizden ayırmaya gönüllü olmanız gerekir. Bu da gördüğünüz, duyduğunuz, hissettiğiniz her şeyin gitmesine izin vermenizle olacaktır. Bunu yapmak içinizde haberdar olmadığınız o boşluğa ulaşmanızı sağlayacaktır. Buna da trans denir.
“eğer içinizdeki otantik ruhsal hayatı beslemeyi seçiyorsanız, üzerinde ‘bilmiyorum’ yazan kapıyı seçmelisiniz. ‘bilmiyorum’ için kullanılan diğer kelime ‘gizem’ dir”
Trans Dans Deneyimi doğrusal olmayan gizem dünyasının girişidir. Bu dünya belli bir yere benzemektense daha çok genişletilmiş zaman gibidir. Bu doğrusal olmayan dünyaya giriş için Trans Dans farklı yöntemler geliştirmiştir ve bunlardan bir tanesi de ritimdir. Bazen bu ritim kalp atışlarımız kadar basit ve hafiftir. Bazen ise bu ritimler karışıklık barındırabilir ve zihinsel becerilerimiz ile karşı koyma çabalarımızı bastırabilir. Yani dirençlerimizi korumaya yarar. Bize herhangi bir alternatif yol bırakılmamasına rağmen içimizde inzivaya çekilmemiz sonsuzluktur. Aslında bu sonsuzlukta herhangi bir fiziksel kural yoktur. Orada bizler çok daha temiz bir şekilde hissedebilir ve algılayabiliriz. Çünkü zaman ile ilişkimiz yoktur, hem geçmişe hem de geleceğe yolculuk edebilme becerimiz vardır. Böyle zamanlardaki tecrübelerimiz insani anlayışların çok ötesindedir. Herhangi bir idrak yeteneği gerekli değildir, çünkü idrak etmeye çalışmak alacağımız mesajları derin bir şekilde saptırmaktadır. Ruhumuz ile eşsiz bir ilişkiyi çok yüksek bir formda yakalamış oluruz… İzah edilen mesaj ancak dans edenin kendisi tarafından anlaşılabilmektedir.
Neden Karanlık
“Doğadaki her canlı elementler gibi insanlar da büyümelerini ışıkta, değişimlerini karanlıkta yaparlar”
İnsanlar 4 dominant algıyı veya sezgiyi yönetmektedir; görsel, işitsel, kinestetik, dokunma. Genellikle görsel algı duyusu, diğer 4 duyuyu domine ve ambale eder. Ancak buna istisna olan görme engelli kişilerdir. Söylemlerine göre onların diğer 4 duyularının algısı beklenenden daha fazla açıktır. Bunun yanında körlüğün sezgi olarak adlandırdığımız 6. Hissi beslediği de gözlemlenmiştir, özgünlüğü ve gerçekliği önemli ölçüde ortaya çıkartabilirler. Trans Dans deneyiminde bu genişlemiş duruluğu elde etmeye çalışır. Bunu yapmak için de basit gereçler kullanarak geçici süreliğine karanlık yaratılır. Şamanik bakış açısına göre bu karanlık bir gölgedir. Metamorfoz olarak bu gölge farkında olmadığımız benliğimizi temsil etmektedir. Şamanik bakış açısını yaşamak için ilk amacımız gölge benliğimizin yeniden uyanışı olmalıdır… veya ruhumuzun evrimi.
“karanlığın inzivasında dans ederken, çözülemeyecekmiş gibi gözüken problemlerimizin çözümlerinde benzer gerçekliklerini keşfederiz.”
Trans Dans çalışma tekniklerinden bir diğeri de gözleri kapamak için kullanılan göz bağıdır. Trans dans ritüellerinde karanlık en önemli şart olduğu için, eski antik dönemlerde bu ritüeller özellikle geceleri yapılmaktaydı. Karanlık özel süspansiyon veya ‘zamanı durdurma’ hissi yaratmaktadır, durumu değiştirmek veya trans durumuna geçmek kişinin kendinden başka kimsenin olmaması durumudur. Bu içsel yolculukta ruhumuz ile bağ kurabiliriz ve böylece de gerçek ortaya çıkar. Göze bağlanan bandana ruhsal bir araç olur ve katılımcıların rahatsız edilmesini önleyerek deneyimlerine en zengin şekilde şahit olmalarını sağlar.
Bilimsel açıdan bakıldığında ise, insanların gözleri duyumsal açıdan direk beyine bağlı olan tek organlarıdır. Bu kadar güçlü bir görsel güç varken de diğer hislerimizden faydalanmamız oldukça zorlaşır. Ancak görme becerimizi askıya aldığımız zaman gerçekten görmeye başlayabiliriz. Eğer bütün diğer duyularımız görme duyumuz kadar kuvvetli çalışsaydı, geleceği görme yetisine bile sahip olabilirdik. Bu bakış açısını anladığımız zaman “ışıktan kör olmak” deyiminin anlamı da bizim için güçlenecektir. Bize sadece geçmişimizden imgeler gösterebilen tek bir duyu yetimize bu kadar fazla yüklenirsek, ancak ruhsal olarak sakat bir hale geliriz. Ancak gerçekten arınmak, gelişmek ve ruhumuzun evrim yolculuğuna katkıda bulunmak istiyorsak; böylesine güçlü deneyimleri yaşayarak iç dünyamızın derinliklerini keşfetmeliyiz.
Trans Dans
“Düşünce ve deneyim eş zamanlı gerçekleştiği zaman bilinç değişmeye başlar. Yani Trans Dans mükemmel bir çözücüdür.”
Beden hareketleri tümüyle kelimesiz iletişimin bir modelidir. Bilincin kelimesiz ifadesidir. Beden hareketleri (dans) aslında gerçek hayatta bildiğimiz gerçekliğin kelime kullanmadan açığa çıkarılması şeklidir. Ancak sezgisel (kasıtsız) hareket görünmeyen güçler tarafından yönlendirilenden biraz daha zorlayıcı bir dans formudur ve bizim bireysel, kasıtlı irademiz tarafından kontrol edilemez.
Sezgisel dans eksik anlayışın ifadesidir. Yaratıcılığın derin hareketidir. Sezgisel hareket yeni bir lisan formu geliştirir. Ancak sezgi kesinlik değildir, farklı dereceleri vardır. Bazı insanlar diğerlerine nazaran daha sezgisel olabilirler. Burada sorulması gereken soru “sezgilerimi bu manevi dünyaya girebilmek için nasıl geliştirebilirim?”. Cevap basittir… Kendinizi harici belleğinizde, yani “gerçeklik ”de, tutmak için kullandığınız organik hislerinizden ayırmaya gönüllü olmanız gerekir. Bu da gördüğünüz, duyduğunuz, hissettiğiniz her şeyin gitmesine izin vermenizle olacaktır. Bunu yapmak içinizde haberdar olmadığınız o boşluğa ulaşmanızı sağlayacaktır. Buna da trans denir.
“eğer içinizdeki otantik ruhsal hayatı beslemeyi seçiyorsanız, üzerinde ‘bilmiyorum’ yazan kapıyı seçmelisiniz. ‘bilmiyorum’ için kullanılan diğer kelime ‘gizem’ dir”
Trans Dans Deneyimi doğrusal olmayan gizem dünyasının girişidir. Bu dünya belli bir yere benzemektense daha çok genişletilmiş zaman gibidir. Bu doğrusal olmayan dünyaya giriş için Trans Dans farklı yöntemler geliştirmiştir ve bunlardan bir tanesi de ritimdir. Bazen bu ritim kalp atışlarımız kadar basit ve hafiftir. Bazen ise bu ritimler karışıklık barındırabilir ve zihinsel becerilerimiz ile karşı koyma çabalarımızı bastırabilir. Yani dirençlerimizi korumaya yarar. Bize herhangi bir alternatif yol bırakılmamasına rağmen içimizde inzivaya çekilmemiz sonsuzluktur. Aslında bu sonsuzlukta herhangi bir fiziksel kural yoktur. Orada bizler çok daha temiz bir şekilde hissedebilir ve algılayabiliriz. Çünkü zaman ile ilişkimiz yoktur, hem geçmişe hem de geleceğe yolculuk edebilme becerimiz vardır. Böyle zamanlardaki tecrübelerimiz insani anlayışların çok ötesindedir. Herhangi bir idrak yeteneği gerekli değildir, çünkü idrak etmeye çalışmak alacağımız mesajları derin bir şekilde saptırmaktadır. Ruhumuz ile eşsiz bir ilişkiyi çok yüksek bir formda yakalamış oluruz… İzah edilen mesaj ancak dans edenin kendisi tarafından anlaşılabilmektedir.
Neden Karanlık
“Doğadaki her canlı elementler gibi insanlar da büyümelerini ışıkta, değişimlerini karanlıkta yaparlar”
İnsanlar 4 dominant algıyı veya sezgiyi yönetmektedir; görsel, işitsel, kinestetik, dokunma. Genellikle görsel algı duyusu, diğer 4 duyuyu domine ve ambale eder. Ancak buna istisna olan görme engelli kişilerdir. Söylemlerine göre onların diğer 4 duyularının algısı beklenenden daha fazla açıktır. Bunun yanında körlüğün sezgi olarak adlandırdığımız 6. Hissi beslediği de gözlemlenmiştir, özgünlüğü ve gerçekliği önemli ölçüde ortaya çıkartabilirler. Trans Dans deneyiminde bu genişlemiş duruluğu elde etmeye çalışır. Bunu yapmak için de basit gereçler kullanarak geçici süreliğine karanlık yaratılır. Şamanik bakış açısına göre bu karanlık bir gölgedir. Metamorfoz olarak bu gölge farkında olmadığımız benliğimizi temsil etmektedir. Şamanik bakış açısını yaşamak için ilk amacımız gölge benliğimizin yeniden uyanışı olmalıdır… veya ruhumuzun evrimi.
“karanlığın inzivasında dans ederken, çözülemeyecekmiş gibi gözüken problemlerimizin çözümlerinde benzer gerçekliklerini keşfederiz.”
Trans Dans çalışma tekniklerinden bir diğeri de gözleri kapamak için kullanılan göz bağıdır. Trans dans ritüellerinde karanlık en önemli şart olduğu için, eski antik dönemlerde bu ritüeller özellikle geceleri yapılmaktaydı. Karanlık özel süspansiyon veya ‘zamanı durdurma’ hissi yaratmaktadır, durumu değiştirmek veya trans durumuna geçmek kişinin kendinden başka kimsenin olmaması durumudur. Bu içsel yolculukta ruhumuz ile bağ kurabiliriz ve böylece de gerçek ortaya çıkar. Göze bağlanan bandana ruhsal bir araç olur ve katılımcıların rahatsız edilmesini önleyerek deneyimlerine en zengin şekilde şahit olmalarını sağlar.
Bilimsel açıdan bakıldığında ise, insanların gözleri duyumsal açıdan direk beyine bağlı olan tek organlarıdır. Bu kadar güçlü bir görsel güç varken de diğer hislerimizden faydalanmamız oldukça zorlaşır. Ancak görme becerimizi askıya aldığımız zaman gerçekten görmeye başlayabiliriz. Eğer bütün diğer duyularımız görme duyumuz kadar kuvvetli çalışsaydı, geleceği görme yetisine bile sahip olabilirdik. Bu bakış açısını anladığımız zaman “ışıktan kör olmak” deyiminin anlamı da bizim için güçlenecektir. Bize sadece geçmişimizden imgeler gösterebilen tek bir duyu yetimize bu kadar fazla yüklenirsek, ancak ruhsal olarak sakat bir hale geliriz. Ancak gerçekten arınmak, gelişmek ve ruhumuzun evrim yolculuğuna katkıda bulunmak istiyorsak; böylesine güçlü deneyimleri yaşayarak iç dünyamızın derinliklerini keşfetmeliyiz.

KENDİLİĞİNDEN YARATICILIK VE IŞIKLA BULUŞMA
“Hayatta çözüm diye bir şey yoktur. Sadece hareket halinde olan güçler vardır. Bu güçleri uyandırdığınız anda, çözümler kendiliğinden gelecektir.”
Antoine de Saint-Exupery
(Küçük Prens’in Yazarı)
Bu güçler bizde var olan ancak uyandırılmayı bekleyen içsel kaynaklarımız ve doğamızda var olan yasalardır. Bunların varlığını fark ettiğimiz ve dönüştürmeye başladığımızda yaşamımızdaki değişiklikler bizi şaşırtmaya başlar.
Evet hayat biz isteklerimize ulaşmak için çabalarken başımıza gelenlerle baş etmek zorunda bırakır bizi, ancak tüm bunların da üzerine çıkabilmenin mümkün olduğu ve dileklerimizin bir bir oluştuğu dönemler vardır. Böyle dönemleri, dönüşüm zamanı diye tarif edebiliriz.
Gerçekten hayatın “dönüşüm zamanına” geçebilmesi için neler yapabiliriz? Bu yazımda sizin ile bunları paylaşmak istedim. Biliyorum bu konularda son yıllarda o kadar çok yazı, kitap ve öneri ortaya çıktı ki sizler de hangisinin gerçekten işe yarayabileceğini bilemez oldunuz. Bazıları çok doğru ifade edilmiş yanlış veya eksik bilgiler, bazıları ise eksik veya yanlış ifade edilmiş doğru bilgiler… Her ne olursa olsun tüm bunların ışığında ve ötesinde biz ‘YARATICILIĞIMIZI’ ortaya koyarak kendi hayatımızı oluşturabilecek güçte tanrısal varlıklarız. Evet, bilinçdışında bir noktada Tanrı Bilinci ’ne bağlı, yüksek benliğimiz aracılığı ile Evrensel zihin ile bağlantıdayız. Ancak bu çok yüksek frekanstaki enerji boyutlarına uyum sağlamamız hayatımızın bir çok alanında imkansızlaşıyor. Egomuzun sağlıksız, derinliksiz ve çeşitli defalar erozyona uğramışlığı zihnimizi negatifleştirdiği gibi bun bağlı olarak da duygularımızı olumsuz etkiliyor. Bunlardan dolayı bir türlü kendini gerçekleştiremeyen/evrim yapamayan ruhumuz acı çekerken düşünce kalıplarımız her geçen gün daha da negatifleşiyor. Bu durum olduğu gibi hayatımıza yansıyor ve biz bir türlü istediklerimizi yaratamaz ve baş edemez oluyoruz.
Kontrollü yaratıcılıktan çok kendiliğinden yaratıcılığa ulaşmamız gerekiyor. Ancak kendiliğinden yaratıcılık bizi hayatın “dönüşüm zamanı” na taşıyabilir.
Öyleyse kendiliğinden yaratıcılık nedir?
Öncelikle düşünce ve duygularımızın da güçlü enerji formları olduğunu bilirsek, onların frekans ve rezonansları ile ilgilenebiliriz. Ve düşünce ve duygularımızın frekanslarını yükseltmekle başlayıp, evrensel zihin ile rezone etmesini sağlamak bizim bu hayattaki en önemli misyonumuz olmalıdır. Ancak bu şekilde yüksek enerji boyutları ile aynı titreşim seviyesini yakalayabilir ve ruhumuzun kendini gerçekleştirmesini sağlayabiliriz. Bu da hayatın her alanında kendimizi olduğu gibi kabul etmek, SEVMEK ve DEĞER vermekle oluşmaya başlar.
Hayata ve kendimize dair her şeye korku ve kaygı yerine SEVGİ ile bakabilme gücümüzü harekete geçirmek en önemli işimizdir.
“Kendiliğinden yaratıcılığı” hayata geçirirken “dönüşüm zamanını güçlü bir şekilde tetikleyen ışık” tan faydalanabiliriz.
Işık sevgidir. Her şeyi ve öncelikle kendini sevme gücünü yaşatır. Sevgi enerjisinin kaynağı gibidir. Işık, evrendeki en büyük güçlerden biridir. Onu her yerde olabilen bir canlı varlık olarak düşünebiliriz. Kudretli bir dönüştürücüdür. Yeni yıla girerken bu seneden beklentilerinizi yaratabilmek için öncelikle arınmak, geçmişin olumsuz izlerini bırakabilmek ve geleceğe olumlu düşünce ve duygularla bakabilmek gerekir. Işık enerjisi bu yolda size yardımcı olacaktır. Işığı kudretli bir dönüştürücü olarak kabul edebiliriz. Bundan dolayı evrenin içinden geçmekte olan ışık dalgası o kadar çok değişim yaratmaktadır. Işık titreşimimizi yükseltebilir, olumlu düşüncelerimizi güçlendirebilir ve kalbimizi açabilir.
Onunla bağlantı kurup, onun bu gücünü pozitif amaç ve dileklerimiz yönünde harekete geçirebiliriz. Böylece hem kendimizi, hem de çevremizi onurlandıran hayırlar yaratabiliriz.
Işıkla Yaratma Meditasyonu
Bu meditasyonun amacı, ışığı kendine nasıl çağıracağını, kendini ışıkla nasıl dolduracağı ve ışığı nasıl yayacağını öğrenmektir.
Adımlar: bu meditasyon için Yüksek Benlik haline geç.
1. Işığı çağırman ve kendinizi onunla doldurman için:
a) Enerjini mümkün olduğunca güzelleştirdiğini imgele. Bunu yaptığını imgelemen, onu güzelleştirmek için gerekli olan tek şeydir. Enerjini güzelleştirirken, seni daha rahat ettirecek, daha derin soluk alabilmene ve enerjinin omurgan boyunca akışına olanak verecek herhangi bir duruş değişikliği yapabilirsin.
b) Derin bir soluk al ve ışığı davet et. Işık senin çağrına derhal yanıt veren bir canlı bilinçtir. O, bırak omurgana girsin; omurganı başının yukarısından başlayan ve ayaklarından aşağıya kadar uzanan ışık dolu bir çubuk gibi hayal et. Omurgandan dışarıya bedenine doğru ışık yay (yayılsın). Fiziksel düzeyde daha çok ışık tutabilmen için bedeninin her yerinde ek ışık hatları imgele. Hücrelerinde, DNA’na ve sonra bedenindeki atomlara ışık yolla. Tüm bedenini ışıkla doldur.
c) Bu ışığa hayal edebildiğin en güzel rengi ver. O ne renktedir? Onu altın sarısı mı, yoksa beyaz ya da mavimsi – beyaz renkte mi hayal ediyorsun? Bu ışığın yoğunluğunu ve parlaklığını kendine uygun gelecek şekilde ayarla.
d) Bu ışığı tüm çevreni saran, başından yukarı, ayaklarından aşağı uzanan bir küre ya da koza gibi hayal et. Bu ışığı bedeninden dışarı, odanın içine doğru yay. Işık küreni öylesine genişlet ki bütün odayı doldursun ve öteye geçsin. Sonra onu öylesine küçült ki bedenine tıpatıp sığıp yerleşecek kadar olsun. Işık kürenin tam sana uygun olması için ne büyüklükte olması gerektiğine karar ver. Kürenin belli, net bir sınırı var mı, yoksa sınır tedricen zayıflayarak mı kayboluyor? Eğer net bir sınırı varsa, oda içinde nerede son buluyor?
2. Işık Yaymak
Işığı kendine çağırıp, ışıkla dolduktan sonra, birçok farklı şeye ışık gönderebilirsin. Fikirlerine, geleceğe, daha yüce amacına, bedenine, düşüncelerine ve duygularına. Işık gönderdiğin şeyin enerjisini daha yüksek, daha süptil bir titreşim frekansına dönüştürürsün. Değiştirmek istediğiniz bir durum içindeyken, ışık yay ya da diğer insanlara yardım etmek üzere onlara ışık gönder.
a) Kendisine ışık göndermek istediğin bir kişiyi düşün. Bu kişiye bütün bedeninden ışık yolla. Bunun nasıl bir duygu olduğunu hisset. Daha sonra, ışığın gözlerinden, ellerinden ya da kalbinden doğruca bu kişiye gittiğini hayal et. Işık göndermek için sana en rahat ve doğru gelen yolu kullan.
b) Işık göndermek istediğin bir şeyi düşün. Işığı çağır ve kendini ışıkla doldur. Kendini bir kristal kadar berrak hayal et, böylece saf bir ışık aktarıcısı olabilirsin. Sonra ışığı, seçmiş olduğun şey her ne ise ona gönder. Daha sonra ışığı kalbinden ve sonra tüm bedeninden doğru bu şeye yolla. Işığı göndermek için sana en rahat ve doğru gelen yolu kullan.
c) Işığı göndermek istediğin başka şeyleri de düşün, dünya barışı, yerküre, hayvanlar veya her ne istersen. Işık yollarken, kendi ışığının daha parlak ve güzel hale geldiğini fark etmeye çalış.
d) Sen şimdi, ışığı nasıl çağıracağını, kendini ışıkla nasıl dolduracağını ve nasıl ışık yayacağını öğrenmiş bulunuyorsun.
“Hayatta çözüm diye bir şey yoktur. Sadece hareket halinde olan güçler vardır. Bu güçleri uyandırdığınız anda, çözümler kendiliğinden gelecektir.”
Antoine de Saint-Exupery
(Küçük Prens’in Yazarı)
Bu güçler bizde var olan ancak uyandırılmayı bekleyen içsel kaynaklarımız ve doğamızda var olan yasalardır. Bunların varlığını fark ettiğimiz ve dönüştürmeye başladığımızda yaşamımızdaki değişiklikler bizi şaşırtmaya başlar.
Evet hayat biz isteklerimize ulaşmak için çabalarken başımıza gelenlerle baş etmek zorunda bırakır bizi, ancak tüm bunların da üzerine çıkabilmenin mümkün olduğu ve dileklerimizin bir bir oluştuğu dönemler vardır. Böyle dönemleri, dönüşüm zamanı diye tarif edebiliriz.
Gerçekten hayatın “dönüşüm zamanına” geçebilmesi için neler yapabiliriz? Bu yazımda sizin ile bunları paylaşmak istedim. Biliyorum bu konularda son yıllarda o kadar çok yazı, kitap ve öneri ortaya çıktı ki sizler de hangisinin gerçekten işe yarayabileceğini bilemez oldunuz. Bazıları çok doğru ifade edilmiş yanlış veya eksik bilgiler, bazıları ise eksik veya yanlış ifade edilmiş doğru bilgiler… Her ne olursa olsun tüm bunların ışığında ve ötesinde biz ‘YARATICILIĞIMIZI’ ortaya koyarak kendi hayatımızı oluşturabilecek güçte tanrısal varlıklarız. Evet, bilinçdışında bir noktada Tanrı Bilinci ’ne bağlı, yüksek benliğimiz aracılığı ile Evrensel zihin ile bağlantıdayız. Ancak bu çok yüksek frekanstaki enerji boyutlarına uyum sağlamamız hayatımızın bir çok alanında imkansızlaşıyor. Egomuzun sağlıksız, derinliksiz ve çeşitli defalar erozyona uğramışlığı zihnimizi negatifleştirdiği gibi bun bağlı olarak da duygularımızı olumsuz etkiliyor. Bunlardan dolayı bir türlü kendini gerçekleştiremeyen/evrim yapamayan ruhumuz acı çekerken düşünce kalıplarımız her geçen gün daha da negatifleşiyor. Bu durum olduğu gibi hayatımıza yansıyor ve biz bir türlü istediklerimizi yaratamaz ve baş edemez oluyoruz.
Kontrollü yaratıcılıktan çok kendiliğinden yaratıcılığa ulaşmamız gerekiyor. Ancak kendiliğinden yaratıcılık bizi hayatın “dönüşüm zamanı” na taşıyabilir.
Öyleyse kendiliğinden yaratıcılık nedir?
Öncelikle düşünce ve duygularımızın da güçlü enerji formları olduğunu bilirsek, onların frekans ve rezonansları ile ilgilenebiliriz. Ve düşünce ve duygularımızın frekanslarını yükseltmekle başlayıp, evrensel zihin ile rezone etmesini sağlamak bizim bu hayattaki en önemli misyonumuz olmalıdır. Ancak bu şekilde yüksek enerji boyutları ile aynı titreşim seviyesini yakalayabilir ve ruhumuzun kendini gerçekleştirmesini sağlayabiliriz. Bu da hayatın her alanında kendimizi olduğu gibi kabul etmek, SEVMEK ve DEĞER vermekle oluşmaya başlar.
Hayata ve kendimize dair her şeye korku ve kaygı yerine SEVGİ ile bakabilme gücümüzü harekete geçirmek en önemli işimizdir.
“Kendiliğinden yaratıcılığı” hayata geçirirken “dönüşüm zamanını güçlü bir şekilde tetikleyen ışık” tan faydalanabiliriz.
Işık sevgidir. Her şeyi ve öncelikle kendini sevme gücünü yaşatır. Sevgi enerjisinin kaynağı gibidir. Işık, evrendeki en büyük güçlerden biridir. Onu her yerde olabilen bir canlı varlık olarak düşünebiliriz. Kudretli bir dönüştürücüdür. Yeni yıla girerken bu seneden beklentilerinizi yaratabilmek için öncelikle arınmak, geçmişin olumsuz izlerini bırakabilmek ve geleceğe olumlu düşünce ve duygularla bakabilmek gerekir. Işık enerjisi bu yolda size yardımcı olacaktır. Işığı kudretli bir dönüştürücü olarak kabul edebiliriz. Bundan dolayı evrenin içinden geçmekte olan ışık dalgası o kadar çok değişim yaratmaktadır. Işık titreşimimizi yükseltebilir, olumlu düşüncelerimizi güçlendirebilir ve kalbimizi açabilir.
Onunla bağlantı kurup, onun bu gücünü pozitif amaç ve dileklerimiz yönünde harekete geçirebiliriz. Böylece hem kendimizi, hem de çevremizi onurlandıran hayırlar yaratabiliriz.
Işıkla Yaratma Meditasyonu
Bu meditasyonun amacı, ışığı kendine nasıl çağıracağını, kendini ışıkla nasıl dolduracağı ve ışığı nasıl yayacağını öğrenmektir.
Adımlar: bu meditasyon için Yüksek Benlik haline geç.
1. Işığı çağırman ve kendinizi onunla doldurman için:
a) Enerjini mümkün olduğunca güzelleştirdiğini imgele. Bunu yaptığını imgelemen, onu güzelleştirmek için gerekli olan tek şeydir. Enerjini güzelleştirirken, seni daha rahat ettirecek, daha derin soluk alabilmene ve enerjinin omurgan boyunca akışına olanak verecek herhangi bir duruş değişikliği yapabilirsin.
b) Derin bir soluk al ve ışığı davet et. Işık senin çağrına derhal yanıt veren bir canlı bilinçtir. O, bırak omurgana girsin; omurganı başının yukarısından başlayan ve ayaklarından aşağıya kadar uzanan ışık dolu bir çubuk gibi hayal et. Omurgandan dışarıya bedenine doğru ışık yay (yayılsın). Fiziksel düzeyde daha çok ışık tutabilmen için bedeninin her yerinde ek ışık hatları imgele. Hücrelerinde, DNA’na ve sonra bedenindeki atomlara ışık yolla. Tüm bedenini ışıkla doldur.
c) Bu ışığa hayal edebildiğin en güzel rengi ver. O ne renktedir? Onu altın sarısı mı, yoksa beyaz ya da mavimsi – beyaz renkte mi hayal ediyorsun? Bu ışığın yoğunluğunu ve parlaklığını kendine uygun gelecek şekilde ayarla.
d) Bu ışığı tüm çevreni saran, başından yukarı, ayaklarından aşağı uzanan bir küre ya da koza gibi hayal et. Bu ışığı bedeninden dışarı, odanın içine doğru yay. Işık küreni öylesine genişlet ki bütün odayı doldursun ve öteye geçsin. Sonra onu öylesine küçült ki bedenine tıpatıp sığıp yerleşecek kadar olsun. Işık kürenin tam sana uygun olması için ne büyüklükte olması gerektiğine karar ver. Kürenin belli, net bir sınırı var mı, yoksa sınır tedricen zayıflayarak mı kayboluyor? Eğer net bir sınırı varsa, oda içinde nerede son buluyor?
2. Işık Yaymak
Işığı kendine çağırıp, ışıkla dolduktan sonra, birçok farklı şeye ışık gönderebilirsin. Fikirlerine, geleceğe, daha yüce amacına, bedenine, düşüncelerine ve duygularına. Işık gönderdiğin şeyin enerjisini daha yüksek, daha süptil bir titreşim frekansına dönüştürürsün. Değiştirmek istediğiniz bir durum içindeyken, ışık yay ya da diğer insanlara yardım etmek üzere onlara ışık gönder.
a) Kendisine ışık göndermek istediğin bir kişiyi düşün. Bu kişiye bütün bedeninden ışık yolla. Bunun nasıl bir duygu olduğunu hisset. Daha sonra, ışığın gözlerinden, ellerinden ya da kalbinden doğruca bu kişiye gittiğini hayal et. Işık göndermek için sana en rahat ve doğru gelen yolu kullan.
b) Işık göndermek istediğin bir şeyi düşün. Işığı çağır ve kendini ışıkla doldur. Kendini bir kristal kadar berrak hayal et, böylece saf bir ışık aktarıcısı olabilirsin. Sonra ışığı, seçmiş olduğun şey her ne ise ona gönder. Daha sonra ışığı kalbinden ve sonra tüm bedeninden doğru bu şeye yolla. Işığı göndermek için sana en rahat ve doğru gelen yolu kullan.
c) Işığı göndermek istediğin başka şeyleri de düşün, dünya barışı, yerküre, hayvanlar veya her ne istersen. Işık yollarken, kendi ışığının daha parlak ve güzel hale geldiğini fark etmeye çalış.
d) Sen şimdi, ışığı nasıl çağıracağını, kendini ışıkla nasıl dolduracağını ve nasıl ışık yayacağını öğrenmiş bulunuyorsun.