(0530) 959 66 70
FARKINDALIK VE YARATICILIK BILUN ARMAĞAN
  • Anasayfa
  • Makaleler
    • Arşiv
  • İletişim
 Farkındalık Yaşamak Ve Hayatımızı Nasıl Yaratırız!
Bilun Altunlu Armağan  
Yaşamınızdaki başarıyı ve mutluluğu sizin düşündüğünüz gibi zekâ, para, güzellik, cazibe, beceri, yetenek vs. gibi kaynaklarınız belirlemez. Sadece sizin inançlarınız; kendiniz ile ilgili ve olabileceklerle ilgili inançlarınız belirler. İşte zihninizdeki sınırlar bunlardır. Sınırlayıcı inançlarınız ikiye ayrılır: bilinçli olanlar ve tamamen bilinçaltına yerleşmiş olanlar. Lakin bilinçli olanların farkındayızdır. Örneğin yeni bir işe başlarken bazı inançları geliştirebiliriz : “Biraz gerginim, hafifçe korkuyorum, başaramayabilirim” gibi. Bu ve benzeri şeyleri söyler ama bunlarla baş edebilecek ve bize güç verebilecek cümleler söyleyerek kendimizi daha iyi hissettirir ve yolumuza devam eder veya etmeme kararı alırız. 

Ancak önemli olan tamamen bilinçaltına yerleşmiş olup da bizim bilmediklerimiz asıl bizim hayatımızı ve oluşturabileceklerimizi belirler. Bunlar bizim için kör nokta gibidir, hiçbir şekilde bizde olduğunu fark edemediğimiz düşüncelerden oluşurlar. Bazen hayattan beklediklerimiz ve elde etmek istediklerimiz vardır. Bazı koşullarımızı değiştirmek isteriz. Bunun için her türlü yolu dener veya bize söylenenleri yaparız ama yine de “finish” çizgisine varamayız. Tam o istediklerimizi bu sefer gerçekleştirecek ken bir el bizi tutuyormuş gibi olur. Görünmez bir şekilde bir ağırlık ve tuhaflıklar zinciri oluşur ve her şey sanki duvara toslar. Bunlar bizi bazen yitik, umutsuz, kızgın ve bıkkın hale getirir ve ne oldu da böyle olduğunu anlayamayız. Çoğunlukla bizim toplumumuzda kader, kısmet değilmiş, demek ki en doğrusu bu diyerek razı olmaya çalışırız ya da üzerinde durmamayı seçeriz.  Ama gerçekte bilinçaltımızda yerleşmiş, duvar kadar sağlam sınırlayıcı temel inançlarımız yaratmak istediklerimize keskin bir sınır çizmiştir. 

Bu sınırlayıcı bilinç dışındaki inançlar nereden gelmiştir? Beynimizin çalışma frekansının hipnoz frekansı da diyebileceğimiz “theta” frekansında olduğu 0-7 yaş arasında tüm tohumlar ekilmiştir. Kişinin büyüme aşamasında ise bu inançların etkileri ile oluşturduğu benzer düşüncelerin defalarca tekrarı ile pekişir. Ve bu zihin programı veya zihin sınırları bizim hayatımızı yönetir. Bu programa “paradigma” adı da verilebilir. 

                    YARATICILIĞINIZIN ÖNÜNDEKİ VE ÖNEMLİ  ENGEL BİLİNÇALTI  BENLİĞİNİZDİR.

Zihnimizin Sınırlarını  Nasıl  Değiştirmenin Yolları

Paradigmalarımıza yerleşmiş inançları nasıl fark ederiz? Öncelikle kendiniz  sorun hangi alanda sıkıntı veya tatminsizlik yaşıyorsunuz?

·         Para ve bolluk

·         İş ve kariyer mi? Veya 

·         Aşk ilişkileri

·         Sağlık ve beden şekli mi?

Önce alanlarınızı belirleyin ve o alanda neleri farklılaştırmak, yeni neyi yaratmak isterdiniz alt alta yazın. Sonra bunları neden yapamadığınız ile ilgili en az “5” cümle kurun. Yapamıyorum çünkü……………………………………………………………………………………………………………………… Noktalı yerleri doldurun. İşte bu yazdıklarınız sizin bilinçli sınırlayıcı inançlarınızdır. En önemli tarafı  bu yazdıklarınızın gerçekte benliğinizi sınırlayan bilinçaltı programınızın yani paradigmanızın semptomları olmasıdır.. Tıpkı baş ağrısının semptom (belirti) olup da, ana nedeninin bambaşka bir yerinizdeki problem olması gibi…

Çeşitli bilinçaltı benlik sınırlayıcı inançlar vardır. Örneğin: “Ben yetersizim, başaramam.” ”Ben kendime güvenemem”, “Ben önemsiz ve değersizim”, “Beni kimse sevmez” … gibi.  Ancak bu kişiden kişiye, kişinin karmalarına göre çok farklılaşabilir. O noktada bir profesyonel tarafından analiz edilmelidir.

 


Anne karnı yaşantımızdan beri bilinçaltı zihnimize yerleşen paradigmalarımız bizim kendimizi ve yaşamı algılamamızı sağlayan bilgi işleme yollarımızı belirler. Zihnimize saniyede milyonlarca veri gelir, bilincimiz bunun ancak 2000’ini işler geri kalan bilinçaltı zihin tarafından algılanır ama biz bunu fark edemeyiz. Ancak “ana programımız” bize ne mesaj veriyorsa yani hangi temel duygu bizde yerleşikse, sürekli bu duyguya ahenkli bir şekilde kendimizi ve dünyamızı algılarız. Bunu tam olarak fark etmek, asıl farkındalığı deneyimlememizi sağlar. 

Kısaca biz bilgiyi işleyip yansıtırken bize yansıyanları da aynı doğrultuda algılarken, müthiş bir yansıma yani projeksiyon ortamı oluşur. Bu durum sanki AYNAYA bakmak gibidir. Bu şekilde hayatımızdaki herkes her durum ve olay bize bizi yansıtır, bizde aynı şekilde yansırız.

Örneğin;  Her sabah aynaya baktığında ve görüyorsun? Neşeli mutlu bir yüz mü? Yoksa üzüntülü ve sıkkın bir yüz mü? Aynadan yansıyan hoşuna gitmediğinde bakmak istemiyorsun değil mi? Aynada hoşuna giden bedensel özelliklerin veya hoşuna gitmeyenler hepsi sana seni gösterir değil mi? Çevren bakmak aynaya bakmak gibidir. Aynada iyi, kötü, beğendiğin, beğenmediğin sana görünür. Kendi hayatında da aynı şeyler olur, yaşamına çektiğin insanlar sana senin bir tarafını yansıtır. Her gün yüksek bilincin sana seni göstermek için durumlar yaratır. Bu yansıyanların içinde paradigmalarının mesajlarını görebilirsin. 

Çevrende ne görüyorsun? Beraber yaşadığın insanları nasıl görüyorsun? Yoldaki insanların hangi taraflarına bakıyorsun? Unutma gözün neyi görürse o senin bir yansımandır. Bu teoriye hatırlayarak günde birkaç dakika geçirmek bile hayatında değişikliklere yol açabilir. 

AYNA’YA    BAKMAK       
Bilun Altunlu Armağan

Sizin  yaşamınız oluşan olaylar ve hayatınızda  olan  kişiler sizin  aynadaki bir parçanızı  temsil ederler.Özellikle, gördüğünüzde  sizi  rahatsız eden size kendiniz hakkında en fazla şeyi öğretecek olanlardır. Çevreniz   bu  bakış  açısı  altında  algılamaya  başlarsanız ( evet  bu bakış açısını kabul etmek işin en zor kısmıdır)  ve bunu kalbinizde hissettiğinizde sanki orada bir kapı aralanır. Bu  noktada  alnınızın  ortasında  özellikle  pineal  bezi’nin  orada enerji yoğunluğu oluşur ve zihninize ışığın dolduğunu hissedersiniz. İşte   o  an  aydınlanma  anıdır. Bunu   deneyimleyebilmek    farkındalığını  ve  yeni  sizi  yaratmanız  için bir  adımdır. Örneğin çevrenizde sizi   rahatsız  eden  özellikleri  olan  kişilere  bakın, özellikle    her gördüğünüzde   sizde  olumsuz  duygular oluşmasına  sebep oluyorlarsa ;  kendinize  sormalısınız  ‘’Ondaki bu durum  benim  kendim  ile  ilgili   hangi   olumsuz  inancımı   ortaya çıkartıyor? ‘’Bize olumsuz  duygular  yaşatan  her  bir  kişi  veya   durum ,   bizim   o  noktada  bilinçaltı paradigmalarımıza  yerleşmiş   olan   kendimize  ait   kimsenin   bilmediği ve    fark etmediği  olumsuz inançlarımızı  tetikler.Bu inançlar çocukluk yaşantımızda başımıza  gelenlerle sürekli    karşılaştığımız   anne- baba  tutumları  ile oluşup, pekiştirilen    kendimiz  ile  ilgili  mantıksız   düşüncelerimizdir.  Bunların  paradigma’ya  dönüşmesine, sürekli tekrarlanan benzer  olay ve tutumlarla  büyümek veya  yoğun  duyguların  bir  anda  hissedildiği   travma  yaşamak, sebep   olur. Artık  zihnimize  yerleşen   bu  olumsuz  düşünceler  bizim    yaşamı  ve   çevremizi  nasıl  gördüğümüzü  yani   AYNA’ya   nasıl  bakıp da  anlamlandırdığımızı ,  değerlendirdiğimizi  belirler. Bunlar genelde ;

·         Ben  yeterince  iyi  değilim.

·         Kendime   güvenemem.

·         Ben layık  değilim.

·         Ben  başaramam.

·         Ben   beceriksizim.

·         Ben hak  etmiyorum.

·         Ben  sevilmem.

·         Ben tembelim.

·         Ben  ezilirim.

·         Ben  kontrol  etmeliyim.

·         Ben  suçluyum. 

Ve  buna  benzer  daha  niceleri  biz insanların  bebeklik , hatta çocukluk yaşantılarında oluşan,  koşullarla  baş ederken geliştirip  bilinçaltına  bastırdıklarımızdır. Hatta  bazıları ,  ruhsal  karmalarımızda yer almış, doğmadan, implisit  hafızamızda  bizimle  getirdiklerimiz  olabilirler. Ruhsal karmalarımız bizim  geçmiş  yaşam  deneyimlerimizden  bize  kalan  olumsuz  düşünce  ve  son   dakkikalarımızda  yaşadığımız  duygularımızdır. Tüm  bu  olumsuz  inançlarımızın çevremizde  gördüklerimizle tetiklenmesi de,  bizim bunları  fark edip  üzerinde çalışmamız  içindir.  Yaşamdan  bir  örnek  verecek  olursak diyelim ki  çevreniz de kontrolsüzce sigara  içen  birisinden aşırı  rahatsızlık duyuyorsunuz. Önce sizi ne rahatsız ediyor? Sigara kokusu ve dumanı mı? Yoksa onun kontrolsüz  veya iradesiz davranışı mı?  Bu durum belki de  sizin   o’na yargılayarak bakmanıza  sebep  oluyor. Peki   kendiniz  ile  ilgili olumsuz  ne  düşündürüyor ? ‘’Ben  kontrolü bırakamam ‘’ VEYA  ‘’O’na bir  şey  olursa ben  tek  başıma  yapamam’’YA DA’’ Benim  dediğim  olmalı, ben  sürekli onaylanmalıyım. ‘’Olabilir mi ? Bu fark ettiğiniz olumsuz   inançlarınızın nasıl  başladığını  sorun kendinize.  Belki anneniz sizden  her şeyi  kontrol altında tutmanızı istedi ve siz O’nun   tarafından sevilmek adına  hayatı sürekli kontrol   etmeyi  öğrendiniz veya geçmişte ancak  kontrolsüzce  yaptığınız bir  hata yüzünden anneniz sizi cezalandırdı. Bundan  dolayı sizde kontrolü olmayan kişilere karşı  kızgınlık yaşayabilirsiniz. Ayrıca kimsenin  bilmediği  ve görmediği anda sizde hayatınızın bir alanında kontrolsüzce davranıyor olabilirsiniz. Belki de fazlaca yemek  yiyorsunuz ya da alışveriş yapıyorsunuz ? Gördüğünüz  gibi mesele yanımızdakiler ve onların  yaptıkları  değildir ,  mesele  daima  bizimle  ilgilidir.

Devam etmek üzere...

Ayna’ya Bakmak II.

Çevremize nasıl baktığımız kendimize nasıl baktığımız ile çok ilgilidir. Kendimizde bilinçli, bilinçsiz neleri görüyorsak, çevremizde de onları görmeyi seçeriz. Bu fark etmeden yaptığımız ve geliştirdiğimiz bakış açılarımızdır. Eğer kendilik fikrimiz olumsuz ve eksiklikleri görmek üzerine kurulu ise, diğer her şeyi de bu bakış açısından görmeyi seçeriz. Daha önce yazdığım gibi paradigmalarımızın doğrultusunda gelişen bilgi işleme yollarımız (neuropathways) bize neyi görüp, neyi görmeme konusunda sürekli rehberlik eder. Örneğin doğaya bakın, gözünüze ilk neler çarpıyor? Çamur, ölü yapraklar, böcek ve solucanlar onların sizin hoşunuza gitmediği mi? Yoksa doğanın bize sunduğu her bir şeydeki (çamur vs. dâhil) güzellikler mi? Sokağa çıktığınızda, gözünüz karışıklık, düzensizlik veya kirli olana mı takılıyor? Yoksa güzellikleri (güzel bir mağaza, sokağın başındaki ağaç ve o anda dama konmuş bir serçe gibi) mi görüyor? Neyi görmeyi ve nasıl görmeyi seçiyorsanız, bilin ki kendinize ve diğerlerine de aynı şekilde bakıyorsunuz. Böylece hayatınızı oluşturuyorsunuz. Her baktığınızda güzellikleri görebilmek sizin gerçek gücünüzdür. Beş duyumuz ile algıladığımız her şey bizim bilinçli/bilinçsiz zihnimizi besler. Bütün gördüklerimiz okuduklarımız bizim zihnimizin besinidir. Bu noktada karar verecek olan sizsiniz; zihin gıdanız besleyici mi olmalı, yoksa hastalıklı mı?

Güzellikleri görmek bir sanat gibidir. Bu amaçla çevremize bakmayı seçebilir ve bunun eğlenceli bir oyuna dönüştürebilirsiniz. Üstelik gözümüzün gördüğü her şey bilinçaltı zihnimize yerleşir ve bilinçaltı zihnimiz sadece bizim duygu ve otomatik düşüncelerimizi değil hayatımızı oluşturacak kadar güçlüdür. Baktığınız, okuduğunuz her şeyde olumluya odaklanın ve hatta olumsuz resim, görüntüler (film, televizyon)dan kaçının. Bilinçaltı zihin detox’u yapın. Sosyal vicdanımızı, kolektif bilincimizi rahatsız eden görüntüleri zihninize kaydetmeyin, çünkü tüm bu imgeler hayatınızı oluşturan güçlerdir.

İmajinasyon (imgeleme) egzersizleri işinize yarayabilir. Yaşamınızda ve sizde gerçekleşmesini istediğiniz durumları zihin gözünüzde canlandırın. Boşuna iyi gitmeyen ve eksik olan şeylerle zihninizi doldurmayın. Aklınıza olumsuzluklar geldiğinde bunun yerine neyin olmasını istediniz bunu zihninizde canlandırın. Bunların gerçekleşebileceğine inanmayı deneyin. Hatta bu canlandırmalar esnasında, hayallerinizi desteklemek için o durumun sizde yaratabileceği duyguları deneyimleyin. Tüm bedeninize o olumlu duyguların enerjilerini hissettirin. Sonra bunların hangi duygular olduğunu yazın. Örneğin: Neşe, sakinlik, huzur, dinamizm, rahatlık, güven vs……. Bu kelimeleri kullanarak kendinize olumlamalar hazırlayabilirsiniz ve gün içinde bunları kendinize hatırlatabilirsiniz. Örneğin: Ben neşeliyim, ben sakin ve huzurluyum, ben güvendeyim, ben rahatım-içim rahat ben dinamik ve hareketliyim gibi… Bu cümleleri her tekrarladığınızda zihninize o olumlu imgeler gelecektir. Böylece tüm bu oluşmasını istediklerinizi yaratma şansınız artacaktır.

Bunların işe yarayamayacağını ve  size  hikâye gibi geldiğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Bu bizim yaşamımızı yaratabilme gücümüzün sadece bir parçasıdır.

Psikodramanın yaratıcısı J.L Moreno’nun dediği gibi biz hepimiz Tanrı’nın co-creator (yaratıcılık asistanı) ‘larıyız. Her daim güzellikleri görün.

Sevgiyle Kalın…


FARKINDALIK    YOLUNDA   ‘’ İŞİTTİKLERİMİZ  VE   DİNLEDİKLERİMİZ ‘’

İşitme    duyumuz  bize  kendimizi  fark etmek  yolunda önemli bir etkendir.  Yapılan araştırmalar   göstermiştir   ki  insanların bir çoğu  işittiklerinin  ancak %10’u  dinliyor. Yani bize önemli  gelen  ve  işimize  yarayacağını düşündüklerimizi dinliyoruz.  Ya da bize anlamlı  gelen ,  bizde  olumlu / olumsuz duygular  yaratan  sesleri , sözcükleri dinliyoruz.  Genelde  modern toplum  olumluyu  duymaya pek  alışkın  olmayabilir. California’ da sadece   iyi  haberleri  veren bir radyo  üç gün  içinde  kapanmıştır.

Şimdi yaşamınızda ne kadar sevgi’yi    işitiyorsunuz ?   Ya da  işittiklerinizde   sevgiyi  duyuyor  mu.. ?   Yoksa  çevrenizdekilerin    eleştiri ,    yargı , yalan veya iki yüzlü  sözlerine mi daha çok maruz  kalıyorsunuz ?  Eğer  bilinç   dışından  , otomatik  olarak kendimiz  ile  ilgili  irrasyonel  ama bir  o  kadar da  gerçek  olumsuz  inançlarımız / düşüncelerimiz  zihnimizde  daha  baskınsa ; o zaman  yakın   çevremizdekilerden  benzer  yargı  ve  eleştirileri   duyabiliriz . Ya   da  her  gün işittiğimiz  bize söylenen  belirti  söylemleri fark  edebiliriz.  Bu   tür yorumlar  veya  tespitler genelde  ya çok yakınlarımızdan  veya sürekli  vakit  geçirdiğimiz  iş  arkadaşlarımızdan  çevremizden gelebilir. Bu  söylemler  bizim  kendimiz  hakkında  bilinçaltında  yerleşmiş paradigmalarımız  yani  düşüncelerimizin  bir  yansıması  gibidir. Bunların   çoğunun  farkındalığında   olmadığımızdan bize benzerleri söylendiğinde can sıkıcı veya rahatsız edici gelebilir.

Bize  söylenenleri  hangi  yönde  algıladığımız  yani içindeki  sevgiyi işitip ,  işitmediğimiz önemlidir. Bazen de bizim hakkımızda bize gerçekler  söylenir ,  bunu  duyabilmek , kabul edebilmek pek kolay olmayabilir. Ancak bunu duyabildiğimizde belki harekete geçebilir  ve kendimizde  bazı  değişiklikleri yapabiliriz. Öncelikle   işittiklerinizi  gözden  geçirdiğinizde en  çok  hangi  söylemin  tekrarlandığını  fark ediyorsunuz? 

Bunu ciddiye alıp , almadığınıza  bakın. Eğer sürekli tekrarlandığı  halde yeterince ilgilenmiyorsanız demek ki  gerçekten dinlemeniz gerekiyor olabilir. Ancak bize söylenenlerin arkasındaki  niyeti  algılayabilirsek  o  zaman sevgiyi ve düşmanlığı  sezebiliriz. Bu durumda empati kurabilmek bize   işittiklerimizin  gerçek  değerini  anlamamızı  sağlar.  Toltek  Bilgeliği ( Kadim Meksika Yerli Felsefesi )  der ki   sizin ile  ilgili  söyleneni   kişiselleştirmeyin .  Hatta    bu  sözcüklerin  söyleyen  kişi  ilgili olduğunu bilin ve  kendinizin dışında  tutmayı  başardığınızda  incinme /  kırılma  korkularınızın  üstesinden  gelebilirsiniz .Örneğin sizin  o’nu  kırdığınızı veya kızdırdığınızı  söyleyen  birisini  düşünün. Anlamalısınız ki  o’nu  kızdıran / kıran  siz  değilsiniz , sadece on’daki  bir  yaraya parmak  basmışsınızdır.

Eğer  o’nun söyledikleri  sizde  olumsuz  duygular  uyandırmışsa ,  bilin ki  sizin  orada  bir  hassasiyetiniz veya  güçsüzlüğünüz  var. Bu da kendi  bilinçaltı  paradigma (  inanç / düşünce /  karar / travma vs.)larınızın sizde  bıraktığı  izler  yüzünden  oluşmaktadır.

Tüm eleştiri  ve  yargılamaları  kişisel  algılarsanız  , sürekli  haklı çıkmaya , onaylanmaya ve sevilmeye  ihtiyaç duyarız . Bu  durum  sizi  diğerlerinin  tutumlarına  bağımlı  kılar.Size  söylenen  olumsuz  sözcükleri  kişiselleştirmeden  duyabilirseniz  o  zaman  bunların  saldırgan  olanlarını  veya  gerçek duymanız  gerekeni daha iyi  ayırt edebilirsiniz. Bazılarının arkasında  yatan  ‘’  sevgiyi ‘’ duyabilirsiniz. Böylece  her  söylenende sevgiyi duymaya   başlarsınız . Kısacası   işittiklerimizin  arasından   duymayı  seçtiklerimiz yani  bizde bir  duygu uyandıran , dikkatimizi  çeken tüm  sözcükler bize  bizi anlatırlar.

İşittiklerimizin arasından sevgiyi , saygıyı ve  güzellikleri duymayı  seçebiliriz. Bu  gerçekten bizim  elimizdedir ancak  kendimizi  olduğu  gibi  kabul  edip  sevebilmeyi  başarırsak…………
KENDİNE   SEVGİ  
İnsanın kendini  sevmesi, kendini   beğenmişlik ,  kibirlik veya bencillik demek değildir , etrafındaki her şeye  ve  herkese  değer  verme  yeteneğinin   başlangıç  noktasıdır. Bu  gücünüzü  aynaya  bakarak  kendinize   hatırlatın ;   kendinizi  sevdiğinizi ve takdir  ettiğinizi tekrarlayın.  Hatalarınıza    yoğunlaşmaktan   vazgeçin  ve  onlardan ders alın ama iyi özelliklerinizi  farkına  varmaya  başlayın.  Sevgi , güçlü ve çarpıcı bir  titreşim  yayar. Kendinize  olumlu  yönlerinizi  hatırlatıp  bunlara  yoğunlaşın  ancak o  zaman diğerlerini de  sever ve  değer   verirsiniz .   Böylesine bir enerji   yaydığınızda , verimli  olasılıklar alanından her istediğinizin oluşumunu  tetiklersiniz . 

Kendine  nefret ve değersizlik  enerjisi  ile  başarılı   olamazsınız .Ancak  nefret  ve sevgisizliğin gelip sizi  bulmasına  izin vermiş  olursunuz. Kendini  sevemeyen  insanlar ,öz değer, özgüven konularında da yeterli  hissetmezler. Yetersizlik  ve  eksiklik   duyguları içinde  ilişki  kurduklarında    enerjisiz ,   mutsuz  olduklarından genellikle insanlara   karşı  tahammülsüz , saldırgan ve  yıkıcı olurlar . Bu  durumdaki   birisi hem  içe  dönük   kızgınlık ,umutsuzluk  ve  suçluluk  hisseder hem de ilişkilerde  başarısız  ve mutsuz  olur.

Patalojik   olmayan  tüm  sorunların  kaynağı  kendini   olduğu  gibi kabul  edip sevememekten   kaynaklanır .




Farkındalık ve Yaratıcılık Yolunda "Düşüncelerimizi" Keşfetmek
 
      Zihnimiz hayatımızı nasıl,ne şekilde ve ne hissederek yaşayacağımızı belirleyen en etken gücümüzdür. Duygularımızın bizi yönettiğine inanılır ancak zihnimizden geçen her düşüncenin duygusu olmasa da  her duygunun bilinçte veya bilinçaltında mutlaka bir düşüncesi vardır. Ve bu düşünceler tekrarlandıkça inançlara dönüşürler ve bizim mutlak gerçeğimiz olurlar. Böylece hem kendimiz hem de çevremiz ve koşullarımız hakkında belirli bakış açılarımız ve değerlendirmelerimiz oluşur. Kısaca zihnimizin inandıkları bizim yaşadıklarımızı oluştururken nasıl yaşayacağımızıda belirler.
      Zihin neye inandırılırsa onu doğru kabul eder. Yani halüsinasyon zihnin önemli bir faaliyetidir. Örneğin Dr. Paul Sheely tarafından yapılan bazı araştırmalarda hipnoz altında olan deneklere kendi adlarını unutacakları telkin edilmiştir ve transtan çıktıklarında kişiler gerçekten kendi isimlerini hatırlayamamışlardır. Dahada ileri gidilmiş,hipnoz altında kişilere odada bir başka kişi olduğu halde,odada kimsenin olmadığı tekrar edilerek söylenmiş ve uyandıklarında odada ki diğer kişiyi algılayamamış ve hatta görmemişlerdir. Son zamanlarda daha da şaşırtıcı deneyler yapılmış ve bir kağıda bir kaç cümle yazılarak bir kişinin arkasına saklanmış ve hipnoz altındaki katılımcılara odada sadece yazılı bir kağıdın olduğunu ve yazılanları rahatça okuyabilecekleri söylenmiştir. Normal şartlarda başka bir kişinin arkasına saklanan kağıdı görmelerine imkan yokken katılımcılar zihinlerinde odada başka bir kişinin olduğuna inanmadıklarından, hepsi kağıtta yazılanları eksiksiz okumuşlardır.
       Böylesine inanılmaz bir güce sahip olmamıza rağmen bazen düşüncelerimizin ve zihnimizdekilerin farkında bile olmayız. Ancak duygusu yoğun olan ve nörolojik bir bilgi işleme yoluna dönüşmüş inançlarımızın bazılarını biliriz. Halbuki tüm bu inanç ve düşüncelerimiz hem hayatı nasıl algılayacağımızı ve nasıl yaşayacağımızı, hem de yaşam koşullarımızı nasıl oluşturacağımızı belirler. Yani zihnimiz hayatımızı yaratır.
       Bu durumun nasıl oluşabileceğini bize kuantum fizik kavramları açıklamaktadır. Kuantum fizik sayesinde artık biliyoruz ki her şey enerjiden ibarettir. Evren büyük bir enerji okyanusu gibidir. Enerji yok olmaz ve var edilemez. Enerjinin dili titreşimdir ve her titreşimin bir frekansı vardır. Sadece kaba madde formundaki fiziksel varlıklar değil,tüm düşünce,duygu ve inançlarımızda enerjiden oluşur. Farklı titreşim ve frekanstaki bu ince enerjiler birbirini çeker ve olasılık halinde titreşen enerjileri belirli olay ve durumları oluşturmak üzere bir araya getirirler.
Bu durumu kısaca zihnimizdeki mutlak gerçeğe dönüşen düşüncelerimizin (duygusu olan) yaşamımızı belirli bir biçimde algılamamızı ve algıladığımız gibi de yaratmamızı sağlayan en önemli gücümüzdür şeklinde özetleyebiliriz.
                   "NE DİLEDiĞİNİZE DİKKAT EDİN ÇÜNKÜ GERÇEKLEŞEBİLİR"
İşte tamda bu yüzden pozitif ( olumlu) düşünen insanların yaşamdaki hedeflerine ulaşma şanslarının daha yüksek olduğu çok iyi bilinen bir gerçektir. Ancak sürekli olumlu düşünmek pek mümkün olmayabilir. Gereksiz inançlardan ve olumsuzluktan kurtulmak,yeni bir perspektif geliştirmek için önce düşüncelerimizi fark etmemiz önemlidir.
         Kendi zihninizdekileri anlayabilmek için; her gün zihniniz ne ile meşgul? yani en fazla neyi düşünüyorsunuz ve ne şekilde düşünüyorsunuz? sorularını kendinize sorun. Daha çok çözüm odaklımısınız? Çözümlerinizin olumlu sonuçlarını mı daha fazla düşünürsünüz? Yani daha fazla umut dolumudur zihniniz? Yoksa yoğunlukla dertlerinize,hayatınızın eksik taraflarına ve iyi gitmeyen şeylere mi kafa yorarsınız? Çoğunlukla umutsuz ve çözümsüz olduklarını mı düşünürsünüz? Her şeyin eksik ve olumsuz yanlarını mı daha fazla görürsünüz? Bunu fark ederseniz,hemen durun ve artık kendiniz için daha iyi şeyler yapmanın zamanı gelmiş demektir. Sizin zihin detoksu yapmanız gerekebilir.
Devamı yakında.....

"Zihin  Detoksu  Yapmanın Yolları"

Zihninizi olumsuz düşüncelerden arındırmak için öncelikle düşüncelerinizi fark etmek ve nereden geldiklerini çözmek gerekir.Bu durumda profesyonel bir yardıma ihtiyaç duyabilirsiniz ancak kendi kendinize yapabileceğiniz bazı çalışmalarda sizde benzer etkiyi göstererek zihninizi dönüştürmeyi kolaylaştırabilir. Aşağıda paylaşacağım bazı çalışmalar bu yolda yardımcı olacaktır.
 
         1) Öncelikle sabahları nasıl uyandığınızı gözlemleyin. Olumsuz, mutsuz duygularla mı kalkıyorsunuz? Veya neşesiz,keyifsiz mi sabahlarınız? O zaman zihninizden neler geçiyor,fark edin ve ilk zihninize geleni doğru kabul edin. Eğer negatif düşüncelerin hakim olduğunu görürseniz, hemen kendinize " bugün hayatımın en güzel günü olabilir" deyin. Her gününüzün yeni bir harika güne başlangıç olabileceğini düşünün. Tersi ispat edilmedikçe de bu söyleme inanmamanız için bir sebep olmadığını hatırlayın. Ve İNANIN!
             Ancak bunu bir türlü başaramıyorsanız; olumsuz duygularınızın ne kadar zamandır orada olduğuna bakın. Hangi olay ve durumlar bu duyguları tetikledi? kendinize sorun.
Örneğin,birkaç gündür mutsuz,moralsiz uyanıyorsanız ve gün içinde de genel duygularınız benzer ise belki de bir kaç gün önce bir yakınınızdan ya da bir arkadaşınızdan olumsuz eleştiriler aldınız veya iş yerinde beklemediğiniz bir terslikle karşılaştınız. Sizi bu şekilde etkileyen  tetikliyici  durumu tespit ettikten sonra bunun ile ilgili yargı ve  kanılarınız nedir? Bulduğunuzda,içinde kendiniz ile ilgili mutlaka negatif düşünceler barındırdığını fark edebilirsiniz. Genelde yargılarınız ve değerlendirmeleriniz olumsuz ise bunların derininde sizin kendiniz ile ilgili duygusal bir ihtiyacınız vardır. Mesela:
-duygunuz: kızgınlık
- tetikleyici olay: iş yerinde üstünüzün sizi herkesin önünde eleştirmiş olması.
- yargınız:beni küçük düşürdü. Başkaları da benim hakkımda kötü şeyler düşünecek.
- duygusal ihtiyacınız:kendinizi ifade edebilmek ve rahatlayabilmek.
- kendi hakkınızdaki negatif düşünceniz: ben hakkımı savunamam veya ben kimseye karşı gelemem.
         Unutmayın her duygunun bir düşüncesi vardır.İşte bu düşünceleri keşfettikten sonra bunları olumluya çevirmeye başlayabilirsiniz. Eğer yanlışı kendinizde görüyorsanız; ben bunu düzeltebilirim demeyi seçin. Mesela yukarıda ki örnekteki durumda,kişi kendine artık hakkımı arayabilirim ya da gidip o kişi ile yüzleşmeliyim ve bunu yapabilirim demekle başlayabilir.Karşıda hata görüyorsanız bunu onun ile paylaşabileceğinizi,böylece bir çözüme ulaştırabileceğinizi umut edebilirsiniz. Veya çözüme ulaştırılamayacak ancak kabullenilmesi gereken bir durum ise evrensel akışa bırakabileceğinizi düşünmeyi seçebilirsiniz.
          2)Hedeflerinize ulaşabileceğinize inanın. İlkeleriniz olsun ve onların arkasında durun. Ve başaracağınızı düşünün. Ancak unutmayın başarıya asansör ile çıkamazsanız,basamakları kullanmak zorundasınız. Her bir basamağı geçebileceğinizi bilin. Kendinizi motive edin ve YAPABİLİRİM düşüncesini zihninize yerleştirin.
          3) Hem kendinize hem dünyaya gülün. Her şeyi ciddiye almayın,dramatize etmeyin yani olumsuz düşüncelerinizi besleyip büyütmeyin. O düşünceler zihninizi kaplamadan biraz mizah,düşüncelerinizi değiştirebilir ve duygunuzu hafifletir. Olan bitenin birde komik taraflarına bakmayı deneyin.
          4)Bugüne kadar kazandığınız başarıları düşünün. İlla ki büyük şeyler olmasına gerek yok. Yaptığınız iyi bir spor seansı veya pişirdiğiniz bir yemek veya kendi sırtınızı sıvazlayabileceğiniz ufacık bir şey için şükredin.
          5)Bir defter alın ve her gün doğru seçimleriniz için, yaptığınız basit ama iyi niyetli davranışlar için ve kendinizin sırtını sıvazlayabileceğiniz olumlu yaklaşımlarınız için en az             "5 tane" şükür cümlesi yazın. Buna 30 gün boyunca devam edin. Bir ay sonra 150 tane kendinize şükredebileceğiniz cümleniz olduğunda kendiniz hakkında ki düşünceleriniz değişmeye başlayıp,içsel güçleriniz artacaktır.
         6) Yaşamınızı zenginleştirin. Denemekten kaçınmayın,pozitif düşünceleriniz arttıkça bir mıknatıs gibi hareket ettiğini ve beklenmedik pozitif deneyimleri hayatınıza çekebildiğini göreceksiniz.
          7)Düzenli olarak hareket edin. Yürüyüş,spor veya yoga,meditasyon,chi gong gibi daha ruhsal pratikleri hayatınıza katın.
         8) İçsel bilgeliğinize ve sezgilerinize güvenin. Egonuzun korkuları ile düşünmeyi bırakıp,biraz içsel rehberlerinizle iletişim kurun. Konforlu ve güvenli olduğuna inandığınız alanlarınızı terketmeye hazır olun. Unutmayın yaşam cesurları sever. Cesur düşünceleriniz ve pozitif sonuçlara olan inancınız arttıkça yeni deneyimlere açık olursunuz. İşte değişim bundan sonra gelir. Bu noktada mıknatıs gibi hareket eden düşüncelerinizin enerjisi sizin en büyük gücünüz ve yardımcınız olacaktır.
         9)Kendinizi başkaları için iyi şeyler yapmaya motive edin. En azından çevrenizdekilere içten bir selam verin ve şefkat gösterin. Ya da dünyanın geleceği için bir davaya elinizden geldiğince katkıda bulunun ve şükür defterine yazacaklarınız çoğalsın. Böylece kendiniz ve dünya hakkında daha olumlu ve umutlu düşünmenizi kolaylaştıracaktır.
        10)İyi veya kötü önünüze ne çıkarsa çıksın nasıl tepki vereceğiniz konusunda özgürsünüz. Değiştiremeyeceğiniz şeylere kafa yormayın böylece strese kapılmazsınız. Elinizden gelebilecek,baş etme becerilerinizi geliştirebilecek çözümlere odaklanın.
         Zihninizdekileri gün geçtikçe pozitif yönde değiştirebilirsiniz. Bu sizi daha mutlu,umut dolu ve doyumlu hissettirecektir. Bu duyguların frekans ve titreşimleri daha olumlu ve farklı olacağından evrensel enerjinin daha olumlu/pozitif enerji alanlarına bağlanmanıza sebep olacaktır. Senkronize olduğunuz bu yüksek frekanstaki enerjilerin harika oluşumları/olayları hayatınıza getirdiğini göreceksiniz.


  BEDENİMİZ BİZE BİZİM NASIL BİRİSİ OLDUĞUMUZU ANLATIR. 

        Bedenimize nasıl  bakıp,ne şekilde değerlendireceğimizi öğrenirsek bizim iç dünyamız hakkında bir çok şeyi yansıttığını fark edebiliriz. Sadece beden hareketlerimiz değil,bedensel şekillerimiz, yiyip-içtiklerimiz ve en önemlisi kronik ve akut hastalıklarımız bizim psikolojimizin ve içsel özelliklerimizin dışa vuran belirtileridir.
        Bedensel şekillerimizi anlamayı ve  sınıflandırmayı,fiziksel özellikleri ile psikolojik özellikleri arasında ki bağlantıları incelemeyi " morfoloji " ilimi sayesinde yapabiliyoruz. Morfoloji uzun yıllardan beri insanların ilgisini çekmiş ve araştırma konusu olmuştur. Özellikle ortaçağda insanların fizyonomilerinin karakterlerini ne kadar açıklayabileceği ile ilgili De Lescaut ve Cocles bir çok kitap yazmışlardır. Sonra ki yüzyıllarda da morfoloji hep ilgi çekmiş ve araştırılmıştır.
         Bedenimizin farklı bölgelerindeki farklı şekil ve büyüklükler bizim kişilik özelliklerimizi ve psikolojik süreçlerimizi dışa vursa da tek tek ele alınarak incelenmezler. Bu özellikler göz önünde tutularak beden bir bütün halinde incelenir. Bir bedeni incelerken farklı parçaların şekillerinin ne anlam ifade edebileceği önemli bir katkı sağlar ancak bir insanın karakteri sadece burnunun şekline ya da ayağının genişliğine göre değerlendirilemez,tüm bedensel özelliklerinin bir sentezi oluşturularak değerlendirilir.
          Yaşadığımız koşullar ve onlarla nasıl baş ettiğimiz bizim farklı beden özelliklerine sahip olmamıza ve çeşitli hastalıklar geliştirmemize yol açabilir. Örneğin hayatında ki sorumluluklarla baş edemeyen birisi kamburlaşabilir veya sürekli oturarak iş yapan birisinin boynu eğrilebilir,  kalçaları ezik ve geniş bir şekil alabilir.
           Ancak anne karnında başlayan genetik serüvenimiz asıl beden şeklimizi ve hastalıklara yatkınlığımızı belirler. Fakat bunlar potansiyel olarak genlerimizde saklıdırlar onları ortaya çıkaran  ilk 6 yaşa kadar olan yaşam koşullarımız sonra da bu aralıkta oluşan diğer yazılarımda da sıklıkla vurguladığım bilinçaltı paradigmalarımız yani bilinçaltına yerleşen düşünce,inanç ve değerlerimizdir. Şöyle düşünebiliriz; anne karnında hala ne şekilde olduğunu bilmesekte farklı genleri toplayarak kendimizi oluştururuz. Belki implicit hafızamızda yani enerjetik bazda geçmiş yaşamdan ve atalarımızdan taşıdığımız karmalarımızın etkisi ile farklı genleri anne ve babamızdan seçip bedensel, zihinsel ve emosyonel yapımızı tekamül( evrim) planımıza göre oluşturuyoruz. Yani cinsiyetimiz,gözümüzün rengi,saçımızın rengi,tenimizin rengi ve dokusu ya da duygusallık özelliğimiz,zekamızı belirleyen neokorteks kıvrımlarımız vs. gibi.....Bunu bir balığın omurgasına benzetebiliriz ancak doğduğumuz andan itibaren   hissettiklerimiz ,öğrendiklerimiz ,bize bizim hakkımızda söylenenler sonucunda oluşan kendilik fikrimiz,travmalarımız,yaşam şartlarımız sadece kişiliğimizi değil buna bağlı olarak bedensel özelliklerimizi de nasıl geliştirdiğimizi belirler. Bu süreç aşağı yukarı altı,yedi yaşlarına kadar sürer. Daha ileriki yıllarda farkında olduğumuz bazı bedensel özellikleri değiştirdiğimizde kişiliğimizin bazı yönlerinin de değiştiğini görebiliriz. Örneğin kambur,omuzları düşük bir beden duruşu olan birisi eğer fizik tedavi,spor ve hareketle bu durumu değiştirirse kendine güven konusunda olumlu adımlar attığı gibi artık istemediği şeylere itiraz edip,hayır diyebildiğini görebiliriz. Tabii ki bunun tam terside gelişebilir yani bazı kişilik özelliklerini değiştirebilen veya duygusal  blokajlarını açarak içinde biriktirdiği olumsuzlukların üstesinden gelebilen insanların beden şeklinin değiştiğine şahit olmuşsuzdur. Örneğin zorlamadan onlarca kilo verip bambaşka bir insan tipine dönüşen insanlarla karşılaşabiliyoruz.
           Bedenimizin dilini okuyabilirsek,gerçekten bizim iç dünyamızı dışa vurduğunu ve bize bizi anlattığını FARKEDEBİLİRİZ. Bu hem kendimizi tanıyıp empati kurabilmemizi,hem de başkalarını farklı bir gözle değerlendirip empati kurabilmemizi sağlar. Peki bunu nasıl yapabiliriz? Öncelikle 1930 lu yıllarda morfoloji konusunda derin araştırmalar yapıp beden tiplerini kategorize etmeyi başaran Amerikalı psikolog Sheldon'un 3 tip beden şeklinden başlayabiliriz. Endomorf tip beden,Mezomorf tip beden ve Hektomorf tip beden olarak şekillendirdiği çalışmasında her bir beden tipinin kişinin hangi karakter ve kişilik özelliklerini anlattığını uzun incelemeler sonucu açıklamıştır.
           Kısa zaman içinde gelecek olan yazımda tüm bu beden tiplerinin fizyolojik ve karakteristik özelliklerini sizlerle paylaşacağım ve ekleyeceğim bazı metafizik bilgilerle de siz beden tiplerinden yola çıkarak kendinizi ve çevrenizi kolaylıkla fark edebileceksiniz.
 
Hoşça kalın,sevgiyle kalın.....
 

BEDENİMİZ BİZE BİZİM NASIL BİRİSİ OLDUĞUMUZU ANLATIR (2)
 
           Sheldon 'un beden morfolojisi üzerinde uzun yıllar süren araştırmalarından sonra elde ettiği 3 temel beden tipi kendimizi ve çevremizdekileri algılamamızda önemli bir rehber olmuştur. Kısaca endo,mezo ve hekto olarak adlandırılan bu beden tiplerinin özellikleri şu şekilde özetlenebilir;
            Endo tip beden: torso kısmı geniş yani üst bedeni geniş ve yuvarlaktır. Sanki bedenin tüm gücü üst bölgelerdedir. Buna karşın kolları ve bacakları daha incedir. Yüz kısmı yuvarlak ve şişkin boynu ise kısa ve gömülüdür. Omuzları yukarı çekilmiş gibi görünür. Karnı öne doğru
çıkık ve büyük olur. Cildi gevşek ve kemikleri incedir. Bu beden tipine sahip kişilerin en belirgin özelliği duygusal oluşlarıdır. Toprak elementleri yüksek olur ancak kendi özgür iradeleri ile hareket etmek isterler. Genel eğilimleri yeme içmeye düşkünlükleri ve dışa dönük olup sosyalleşme ihtiyaçlarıdır. Tavırları sakindir,hemen tepki vermezler. Ancak duygusal anlamda güçsüzdürler, hemen ruh halleri bozulur. Sosyal ortamları çok sever ve hep beraber yenilip içilsin isterler. İnsanları ayırt etmeden arkadaşlık yapar, cana yakın ve dostça davranırlar. Esnek,toleranslıdırlar, duygularını dışa kolayca vururlar.Uykusuna düşkün olurlar ancak hareketlidirler. Aile bağlarına önem verirler ve çocuksu yanları hep vardır.
             Mezo tip beden: adaleleri belirgin ve yapılıdır. Bedenleri sert ve tıknaz görünür. Genelde boyları uzun olmaz veya uzun görünmez. Yüzleri geniş ve kare görünümlüdür.Dudakları ince ve
gergin durur. Boyunları ise yapılı ve uzundur. Karın bölgelerine oranla göğüs bölgeleri geniş ve adaleli olur. Kalçaları geniştir buna bağlı olarak bacaklarıda sağlam,adalelidir. Kolları fazla uzun olmaz ama yine de güçlü ve yapılıdır. İri kemikli iskeletleri ama ince ve gergin ciltli bir yapıları vardır. Bu beden tipine sahip kişilerin savunmaya geçmeye veya korumaya geçmeye eğilimleri vardır. Fethetmeyi,ele geçirmeyi severler. Avcı tiplerdir. Kararlı ve inatçı olurlar. Fiziksel olduklarından spor yapmayı çok severler ve enerjik olurlar. Dominant karakterlerdir,sürekli söz geçirmek  zorunda hissederler. Yaptırım güçleri yüksektir. Risk almak onlar için daha kolaydır. Fiziksel konularda cesurdurlar. Tavırları açık ve hatta fazla direk olabilir. Rekabete girerler,sesleri yüksek çıkar. Agresif olabilirler. Psikoloji ve felsefe konularına yatkın değildirler. Fiziksel acı veya yetersizliklere duyarlı değildirler. Klostrofobik yapıdadırlar. Alkol aldıklarında fizikselleşirler ve agresyon sergilerler. Mücadeleci ve ergen tavırlıdırlar.
             Hekto tip beden: uzun,ince ve narin yapılı tiplerdir. Yüzleri küçük ve üçgen şekillidir. Çeneleri sivri olur ve dudakları ufaktır. Boyunları uzun ve incedir ancak omuzları düşük ve sanki öne doğru itilmiş gibidir. Karınları çok düzdür,kolları ve bacakları ince ve uzundur. Ciltleri narin ve kuru olur.Kemikleride ince yapılıdır. En önemli karakter özelliğide akılcı ve rasyonel oluşlarıdır.
Beş duyularıda duyarlıdır,hem fizik dünyayı,hem de duygusal dünyayı derinden ama akılları ile algılama yatkınlıkları vardır. Yaşadıklarına fizyolojik tepki vermeye müsaittirler.Psikosomatik rahatsızlıkları fazla olur. Derin yakınlıklar kurarlar. Zihinsel gerginlikleri vardır ve anksiyeteleri yüksek olur. Duygularını kontrol altında tutarlar. Gözlerinde hep bir endişe sezilir. Fazla sosyal olmazlar ve içe dönüktürler. Rekabetçi olup pasif agresif tepkiler verirler. Ses çıkarmaya ürkerler. Kontrolcü kişilikler geliştirirler. Tutumları dışarıdan belirsizdir. Genç dururlar ve genç tavırları olur. Alkol ve benzeri uyuşturuculara dayanıklıdırlar. Tek başına kalmayı severler. Psikolojik duyarlılıkları yüksektir. Olgun tavırlı ve yetişkin kişiliklerdir.
 
                Tabii ki tek bir beden tipin özellikleri tek bir kişide toplanmaz. Her birimiz bu üç özelliğin karışımıyız ancak sahip olduğumuz birincil öncelikli beden tipinin karakter özellikleri bizde daha yoğun varolur. Bu da bizim temel yatkınlıklarımızı ve kişilik gelişimimizi tanımlar. Yani bir insanı beden tipine göre incelediğimizde hem endo,hem mezo hemde hecto özellikler görebiliriz ancak bunlardan bir tanesi daha belirgin olup öne çıkacaktır. Bu durumda o beden tipinin psikolojiside o kişide daha belirgin olacaktır.
                Bunun yanısıra  bazı beden parçalarımızın özgün şekilde gelişmiş olması bize kendimiz hakkında önemli ipuçları vermektedir. Bedenimizdeki bir uzvun dengesizce büyük veya küçük olması orada enerji blokajlarının oluştuğuna işarettir. Örneğin ayakları çok büyük olan birisinin yere sağlam basmaya ve toprak enerjiyi çekmeye ihtiyacı var demektir. Kendini çocuklukta ancak annesi ile kurduğu ilişkide güvende hissetmiş birisi bunu devam ettirmek üzere toprak anadan beslenmek ister. Çok küçük ayaklı birisinin ise güvenliği göklerde,kozmos ta aradığını
düşünürsek, babasına olan bağımlılığını ve güveni ancak onunla ilişkisinde bulduğunu anlayabiliriz. Bu fiziksel özellikler,bu tip ( büyük veya çok küçük ayaklı) kişilerin aslında bağlanma ile ilgili sorunlarının ipuçları olabilir.
                  Geniş bacaklara sahip birisinin her şeyi ben yapmak zorundayım fikrini çok küçük yaşlarda benimsediğini düşünebiliriz. Kendini yeterince güvende hissetmeyerek büyümüş olan birisi biliçaltında kendi güvenliğini kendi sağlamak zorunda hissedince bacaklarının geniş ve sağlam gelişmesine sebep olmuş olabilir. Çok ince ve küçük bacaklara sahip birisinde bunun tam tersi oluşmuştur. Güvenliğinin ve maddi imkanlarının bir başkası tarafından kendisine sağlanması fikri ile büyümüş olduğu anlaşılmaktadır.
                  Geniş ve büyük kalçalara sahip birisinin ise çocukluk ve gençlik yıllarında kabul etmek            istemediği veya haksızlığa uğradığını düşündüğü kurallarla büyümüş olup tüm bunları
bedeninin alt kısmında taşıdığını anlayabiliriz. Ona ağırlık yapsa da bu meli-malı kuralları ve yaşadığı haksızlıkların olumsuz duygularını beraberinde her yere taşıdığını görürüz. Tabii bu durum tamamen bilinçaltı tarafından yönetilir. Bunun tam tersi olupta çok küçük kalçalara sahip olanların ise çekingen ve reserve kişiler olduğunu biliyoruz. Cinselliklerini bloke eden ve utanan kişilerdirler. Eyleme geçtiklerinde sonuç alabileceklerine inanmazlar ve hiçbir şeyden pek emin olamazlar.
                   Esnek olmayan,kolay hareket edemeyen dizlere sahip olan kişilerin tutuk, biraz kendini beğenmiş ve yeniliklere kapalı olduklarını görürüz. Mütevazi olmayı beceremezler. Kendi
lerini özgürleştiremez ve aynı düşüncelerde takılı kalırlar ve ilerleyemezler. Buna karşın dizleri fazla esnek olan kişilerin kararsız ,kendine güvensiz ve hemen birilerinin önünde eğilmeye müsait olduklarını varsayabiliriz.
 
                   Yürüyüş biçimlerinin ve üst beden özelliklerinin,ayrıca cinsel uzuvlarımızın şekillerinin bizim psişemizi nasıl dışavurduklarını araştırmaya devam edeceğim bu yazı dizisinin devamını haftaya aynı gün okuyabilirsiniz.
 
Hoşça kalın,sevgiyle kalın........
 

BEDENİMİZ  BİZE BİZİ  ANLATIR   3. BÖLÜM

YÜRÜYÜŞ  BİÇİMLERİ : Bireylerin yürüyüş
şekilleri bize bir çok ipucu verse de  tabiî  ki  karakterlerinin tüm
özelliklerini gösteremez . Ancak
gizli kalmış taraflarını açığa çıkarabilir.Örneğin kafası ve üst bedeni
,vücudunun  geri  kalanından önde giden birisinin aceleci  olduğu ve 
düşünmeden  harekete  geçtiği , önce yaptığını sonrada
tartmaya başladığını 
varsayabiliriz. Bunun tam tersi 
bir yürüyüşe sahip olanların ise , yani üst bedenlerini geride tutarak
hareket edenlerin ise çok fazla düşündüklerini , hatta düşünmekten harekete
geçemeyip bir çok  fırsatı
kaçırdıklarını  varsayabiliriz.
Sakin ve ölçülü  adımlar atarak
yürüyenlerin ise dengeli , kararlı ve net bir zihne sahip olduklarını
düşünebiliriz. 

Ancak
ağır   ağır , bacaklarını   açarak 
ve  göbeğini 
çıkararak yürüyenlerin  kendini fazla önemsemediklerini  fark edebiliriz. Bunun 
yanı sıra   ağır ,
isteksiz  adımlarla hareket edenler
ise kararsız , sıkıntılı ve 
tembelliğe  meyillidirler.
Cesaret edemez ve güvenli olmazlar tam tersine canlı ve 
kıpır  kıpır 
yürüyenlerin ise yaşama sevinci olan ve çevresine ilgi ve merakla bakan
  kişiler olduğunu anlarız. Dik ve  kararlı  adımlarla 
yürüyen insanların 
kendilerinden memnun 
oldukları anlaşılır. Fakat kararsız , titrek adımlarla yürüyenlerin ise
çekingen , kaygılı ve gergin oldukları var sayılabilir . Hatta güvensiz ve
kendilerinden  emin olmadıklarını
düşünebiliriz. 

Çok
dikkatli ve  hızlanıp , 
yavaşlayarak  bir yürüyüş
temposuna  sahip olanların
diğerlerini memnun etmek adına çok güç sarf ettikleri 
ortadadır. Geniş ve uzun adım atanlar ise genelde hırslı ve ben
  merkezlidirler. Bunun yanı sıra 
küçük adımlarla , sessizce yürüyenler ise biraz  entrikacı 
ve kurnazca davrandıkları söylenebilir  ancak en ufak bir tehlikede de
hemen  demoralize 
olmaları  ilginçtir.Paytak
ve içeri  doğru adım atanlar
genelde içe dönük ve çok fazla düşünceli tiplerdir .Dışa doğru adımlayanlar ise
açık ve kendine güvenli olsalar da dışarıdan gelebilecek 
tehlikeleri fark
etmeyebilirler  ve zarar görürler .
Kayar gibi adımlarla sessizce yürüyenlerin ise yaşamın zorlukları ile
  yüzleşemeyen ve  onlardan
kaçınan  kişiler olduklarını daha
önce de bahsettiğim gibi bedenlerinin geri kalanına göre bazı uzuvları çok küçük
veya çok büyük olanların ise o 
bölgelerinde  tıkanan
kalan bazı enerji 
blokajları olduğunu söyleyebiliriz. Genel anlamda bakacak olursak her
bölgede psikosomatize ( bedenselleştirilen psikolojik 
durum ) edilen duygu ve düşünceler 
farklıdır ancak ölçü büyüklükleri ise biraz daha basitleştirilebilir.
Uzuv normal orantısızca büyükse; 
biriktirme , içinde tutma özellikle korkuları , bırakamama , bazı
duyguları  salıverememe 
, güçlü olma isteği olarak açıklanabilir. Tam tersi 
durumlarda ; yani uzuv orantısızca 
küçükse , kontrol etme isteği , anksiyete birikimi , endişe ve kaygı ,
yetersizlik duyguları ve tatmin olacak şekilde hayattan 
olamama hali olarak
  açıklanabilir.

 Unutmamalıyız  ki insanoğlu kompleks bir varlıktır. Tüm bu
morfolojik değerlendirmeler bir bütün halinde ele alınıp , ona göre
değerlendirilip açıklama getirilmelidir. Bu yazının devamında yüz ve boyun
şekillerinin bizim kişilik ve karakterimiz ile ilgili ne 
gibi ipuçları verebileceği üzerine 
olacaktır.  
Şimdilik 
hoşçakalın….



"Bedensel tüm sıkıntı ve hastalıklarımız bize bizi anlatır"
 


   Bedenimizde yaşadığımız rahatsızlıklar ve hastalıklar bize kendimiz,yaşamımız ve geçmişimiz
hakkında mesaj vermek ve bizi uyarmak için oluşurlar. Kısacası bize düşüncelerimizin,duygu durumumuzun,söylemlerimizin ve yaptıklarımızın sağlıklı olmadığını anlatırlar. Genelleme yapacak olursak bize kendimize, çevremizdekilere veya hayata dair sevgi eksikliğimizin olduğu mesajını verirler. Aslında tüm ruhsal sorunların kökeninde kendini olduğu gibi kabullenememe, kendini sevememek ve kendine güvenememek vardır. Bunların sonucunda ise fark etmeden ve elimizde olmadığını düşünerek bazı fiziksel problemler üretiriz. Bu bakış açısını daha yakından tanıyıp, benimsediğimizde tüm hastalıkların psikosomatik olduğunu söyleyebiliriz.Geçmişte psikosomatik  olarak tarif edilen hastalıkların hayali olduğu düşünülürdü,ancak gittikçe bilinçlenen toplumda  bu tür rahatsızlıklarında fiziksel olarak var olduğunu ve kişinin yaşadığı ruhsal sorunlardan kaynaklandığını biliyoruz. Ancak hastalıklarımızın bir kısmının psikosomatik,bir kısmının da sadece dış etkenlerden oluştuğunu düşünmenin yüzeysel bir bakış açısı olduğunu bilmeliyiz. Bunu bir örnek ile açıklayacak olursak; sürekli işi dolayısı ile asbest gibi zararlı maddelere maruz kalıp akciğerlerinden ciddi şekilde hastalanan bir işçiyi düşünelim. Onun ruh halinin bu durumdan sorumlu olabileceğini düşünmeyiz ve hastalığını tamamen dış koşullara bağlarız. Ancak o'nun psikolojisine bakabiliyor olsaydık büyük olasılıkla eziklikleri,  yetersizliklerinden dolayı kendine ve çevresine sevgisiz ve güvensiz olduğunu veya geçinebilme stresinin oluşturduğu baskı ile korku,kaygı dolu bir ruh hali içinde hayatta sürekli güvensiz hissettiğini keşfedebilirdik. Bu tür düşünce ve duygularla yaşamını oluşturduğunu,kimsenin maruz kalmaması gereken bir ortamda çalışarak kendini riske attığını anlardık. Öncelikle kendine ve sonra çevresine sevgisizliğiyle oluşturduğu bu ciddi hastalık,dış etkenlere bağlı geliştiği düşünülse de aslında kişinin içsel koşullarına bağlı gelişmiştir. Bu ruh halindeki bir kişinin böyle bir iş yerinde,bu tür koşullarda çalışmasa da eninde sonunda kendine zarar vereceği ortadadır.
       Olumsuz düşünce ve duygularla yaşayan kişiler bilinçaltı zihinlerinde bir bilgisayar yazılımına dönüşmüş hayata ve kendine sevgisiz,değersiz ve stres dolu bakış açıları geliştirirler. Bu durum enerjetik olarak sürekli bedenlerinin enerji yollarını tıkayacak ve orada sürtünmeye sebep olarak enflamasyonlar yaratacaktır.Ayrıca bedenimizin işleyişinden sorumlu merkezi sinir sisteminin beynimizde yer aldığını biliyoruz ancak hangi irade ile bunu yaptığına gelirsek,orada bilinçaltı zihnimizin devreye girdiğini düşünebiliriz. Duygularımızın da bu zihnin bir yansıması olduğunu varsayarsak,kişinin seçimlerini ,davranışlarını ve tutumlarını da bilinçaltı paradigmalar ve enerjiler belirleyecektir. Böylece kişinin bilinçaltına çok çocuklukta hatta bebeklikten bu yana yerleşmiş olan bu bakış açıları (paradigmalar) onun sağlığından da sorumlu olacaktır. Yeter ki farkında olalım ve bunları olumluya dönüştürüp daha sağlıklı, mutlu ve yaratıcı hayatlar sürdürebilelim. Tabii ki bu durumda aileye ve topluma çok iş düşmekte  ve çocuklarımızı yetiştirirken,eğitirken onların kendine güvenli, kendine değer veren ve sevgi dolu olmalarını sağlayabilmeliyiz. Sağlıklı birey,sağlıklı toplum ancak bu şekilde oluşabilir.
Önleyici tıp anlayışı geliştikçe de ruh sağlığını ve gelişimini destekleyecek çalışmaların eğitim sistemine dahil edilmesinin önemi gittikçe artmaktadır.
 
Önümüzdeki haftalarda "hastalık enerjisi nasıl oluşur?", "bilinen hastalıklar,karmik hastalıklar ve kronik hastalıklar hangi ruh hali ve bilinçaltı paradigmalardan oluşur" konulu yazılarımı okuyabilirsiniz.


 

  
  HASTALIK ENERJİSİ NEDEN OLUŞUR

Hastalık enerjisinin zihnimizde oluştuğuna ve bizim düşünce kalıplarımız,duygularımız bazen de bunlara bağlı gelişen davranışlarımız sonucunda ortaya çıktıklarını daha önceki yazımda belirtmiştim. Tabii ki bu bakış açısı gücünü kadim bilgilerden ve ezoterik öğretilerden alan metafizik bilgilerdir. Son yıllarda bu bilgileri destekleyen kuantum fiziği ile gelişen kuantum düşünce ilkeleri olmuştur. Batı tıp dünyası neden hasta oluyoruz sorusunu bilimsel anlamda sürekli araştırmaktadır. Ancak genel bir cevaptan çok daha detaylı cevaplar alınmış ve her belirti ,hastalıkla ilgili derin araştırmalar yapmak durumunda kalarak her geçen gün daha da yoğun bilgilerle donanımlanmaktadır. Ancak son yıllarda dikkat çeken Epigenetik bilim dalı,metafizik bilgilere paralel bulguları tespit etmeye başlamıştır. Bu bakış açısını destekleyen bu bilim dalının bazı yaklaşımlarını dilim döndüğünce sizlere açıklamaya çalışacağım. Böylece yazılarımın devamında ki metafizik bilgileri siz bilimsel bir anlayışın üzerine oturtabilirsiniz.
Bu konuda beni en çok aydınlatan ve etkileyen kaynaklardan biri Dr. Bruce Lipton'un kitabı "The Biology of Belief" ( İnancın Biyolojisi) ve Dawson Church,Ph.D.'nin ABD'de yılın en iyi sağlık kitabı seçilen "The Genie in your Genes"(Genlerinizdeki Dahi) kitaplarıdır. Bu eserler ufkumuzu genişleterek yeni bir tıp anlayışı sunmaktadır.Ayrıca Hintli meslektaşım Neeta Kumar ın "Dialogues with Body Parts" çalışmasıda bu yazıya katkıda bulunmuştur. Kısacası epigenetik bilimi ile tanıştıkça,psikoterapi çalışmalarıma kattığım yıllarca içiçe olduğum bir çok metafizik bilginin daha anlamlı ve geleneksel kültürü etkileyebilecek düzeye gelmiş olduğunu görmek beni şevklendiriyor.
Epigenetik nedir? Neye denir? Kısaca Epigenetik "genler üstü genetik"bilimi DNA nın diziliminde veya yapısında herhangi bir değişiklik olmaksızın DNA'da kodlu olan bilginin açığa çıkmasında meydana gelen değişikliklere deniyor.Örneğin ikiz doğmuş kişiler üzerinde yapılan bir çok araştırma,tıpatıp aynı genlere sahip olmalarına rağmen neden farklı hastalıklar geliştirdiklerini veya farklı zamanlarda öldüklerini incelemeleriyle epigenetik terimi ortaya atılıyor. Dr. Dawson Church' ün anlatımına göre ise Epigenetik,düşünce,duygu ve algılarımız sonucu gelişen davranışın/tepkilerin genler üzerindeki etkilerini araştırır.
Beynimiz bedenimizin kimyageri gibidir. Zihnimizin en önemli aracı ise beynimizdir. Yani zihnimizden geçen her şey kanımızın kimyasını etkiler ve böylece bedenimizi kontrol eder. İnsan bedeni çevreden ve özellikle zihnimizden gelen sinyallere iki türlü tepki verir:
1) gelişim ( büyüme) tepkisi ( verimli tepki)
2) korumacı tepki ( savaşma,kaçma veya donup kalma tepkileri) yani stres tepkisi.
Bilinçaltının koşulladığı benliğimiz ve onun programına göre beynimize mesaj yollayan zihnimiz eğer stresli bir duruma işaret ediyorsa,o zaman beynimiz adrenal bezine komut verecek ve kanımızda adrenalin ve kortizol hormonları ( stres hormonları ) harekete geçecektir. Bu da bedenimizi iyileştirici,sağlıklı ve geliştirici hormonların salgılarını engelleyecek,kan karın bölgemizden çekilerek kol ve bacaklarımızda yoğunlaşacak ve bağışıklık sistemimiz otomatik olarak kendini kapatacaktır. Bu durum bedenimizdeki tüm hücreleri ve hücre gruplarını etkileyecektir.
Hücrelerimiz ve genlerimiz yakın çevre tarafından yani bizim algılarımız tarafından kontrol edilir. Bir hücre minyatür insan gibidir. Hücre zarı hücrenin beynidir. Tüm enformasyonu taşır ve bölündüğünde de bu durum devam eder.
Hücre( tek hücre bölünerek dokuyu oluşturur)=>Doku( benzer hücre grubu)=>Organ(farklı doku grupları)=>Sistem(farklı organ grupları)=>Organizma ( sistem grupları).Bölünerek büyüyen hücreler,bilgiyi birinden diğerine taşır. Kısaca aynı bilgiyi taşıyan hücreler aynı dokuyu ve bir organı oluşturur. Bunların bazı enformasyonu paylaşarak biraraya gelmesi sistemi,onunda ortak bazı bilgilerle toplaşmaları organizmayı oluşturur.
İşte tamda bu noktada zihnimizin en etken bölümü olan ve bizim ile ilgili tüm bilgiyi taşıyan bilinçaltı zihnimiz ve o alandaki yazılım( paradigma) çok önem kazanmaktadır. Bedenimiz zihnimizin holografik yansıması gibidir yani bedenimiz kendimiz ile ilgili tüm inançlarımızın toplam yansımasıdır. Zihnimiz üç bölümde izah edilebilir:
- Bilinçli zihin


- Bilinçaltı zihin 

-Benlik zihni

Bilincimiz zihnimizin sadece %10'unu kapsar. Kişinin  bugünkü hayatının tüm deneyimlerini barındırır. Altı yaşından sonra aktifleşir. Yaratıcıdır. Hayal edebilme yeteneği vardır. Zaman kavramı oluşmuştur ve eğitilebilir. 'Ben' i oluşturur.
           Bilinçaltı ise zihnimizin %90'ını kapsar. Fetus halimizden bu yana tüm deneyimlerimizi saklar. Alışkanlıklarımızı ve alışkanlık düzenlerimizi şekillendirir.Daha önceki deneyimlerimize ve dürtülerimize dayanarak uyaran ve tepki düzeninde çalışır. Günün büyük bir bölümünde bilinçaltı zihnimiz davranışlarımızı belirler.
            Benlik zihni ise kendini yansıtır ancak farkındalığı vardır. Gözlemcidir. Kendi davranış ve duygularını gözlemler ve farkeder. Bilinçaltı detaya ulaşabilir. Davranışlarımızı değerlendirir. Aktif olarak çevre koşullarına nasıl tepki göstereceğini seçebilir. Bilinçli zihnimizin bir kısmını oluşturur. Böylece  önceden ve biz bilmezken programlanmış bilinçaltı zihnimizin yansıması olan tepkileri fark edip değiştirebiliriz. İşte ancak bu durumda özgün irade ile şifalanma/ iyileştirme ve blokajları temizleme işlemleri oluşabilir.
            Bu aşamada algılama sistemimiz çok önemlidir çünkü hücre zarındaki protein hareketleri sanki algı molekülleri gibidir. Yani bizim çevreye olan tepkilerimiz ve fiziksel tepkilerimiz algılarımıza bağlıdır. Bilinçaltı koşullanmalarımıza bağlı gelişen inançlarımızda algı yollarımızı (neuropathways) kontrol eder.
Algılarımızın ve algı yollarımızın kaynakları:
-Genom programı: içgüdü,yani insan doğası
-Bilinçaltı hafıza yani deneyimlerimizin hafızası. Beslenerek oluşur.
-Benlik zihni: özgün irâde. Onun kapasitesi yeni düşünce ve imgeyi benimseyerek algılarımızı değiştirmemize,dönüştürmemize olanak tanır.
İnançlar algılarımızı etkiler ve algılarımız tepkilerimizi; hem fiziksel ( yani hücre ve genlerimizin biolojisi) hemde davranışsal seçimlerimizi belirler. Bu durumda inançlarımız sağlıksız ve olumsuz ise tüm seçim ve davranışlarımızı etkilediği gibi hücre zarını,hücreleri,doku ve organlarımızı etkiler. Tüm bu hücre ve gen etkilenmeleri negatif inançlardan beslendikçe bedenimizi ve hastalıklarımızı tetikler.
              Bu konularda San Diego Kaiser Hospital'de yapılan bir araştırma dikkat çekicidir. Bize hem fiziolojik hemde davranışsal olarak nasıl etkilendiğimizi açıklayabilir. Son beş yılda hastahaneye başvuran 17,421 orta yaşlı hastanın detaylı olarak sosyal,psikolojik ve medikal incelemeleri toplanmış ve ACE ( Adverse Childhood Experiences) "Olumsuz Çocukluk
Deneyimleri" adı verilen bir araştırma projesi oluşturulmuştur. Tespit edilen tüm aile sistemi bozuk  yani disfonksiyonel aile ortamlarında yetişmiş bireylerin çeşitli sağlık sorunları olduğudur. Bu durumun kişilerin stres seviyelerini arttırarak gen ve hücrelerindeki protein dengelerini bozduğu ve farkl ı disfonksiyonel aile yapılarının farklı hastalıklara yol açtığı tespit edilmiştir.
              Örneğin olumsuz aile ortamlarında büyüyen bireylerin depresyona girme şansları,fonksiyonel aile ortamlarında büyüyenlere nazaran 5 katı fazladır. Sigara tüketmeye 3 katı daha yatkındırlar. Stres ölçeğinde yüksek skorları işaretleyen kişilerin 30 kat madde bağımlılığına ve intihar etmeye meyilli oldukları da tespit edilmiştir.(Genie in your Genes,Dawson Church Ph.D.)
               Son on yılda benzer bir çok araştırma göstermiştir ki çocukların sevgi ile büyüdüğü aile ortamları en başarılı terapidir ve asıl tedavi ailede başlar. Sonuçta psikolojik  travmalarımız,inanç ve değerlerimiz sonraki yıllarda ki hastalıklarımızı oluşturmaktadır.
                                  Aynı Mahatma Ghandi'nin dediği gibi:
                               " Dikkat edin karakteriniz kaderiniz olur."
 
 
Hangi  inanç , düşünce ve değerlerimizin hangi hastalıklara yol açtıkları ile ilgili yazıma önümüzde ki haftalarda devam edeceğim.
 Hoşça kalın, sevgiyle kalın.
-


Hastalıklarımızın    Kaynakları

 

Batı   tıbbı hastalıklarımızın  nasıl geliştikleri  hakkında  açıklama getirmiş ve mantıksal reaksiyon zincirlerini sebep sonuç ilişkisi ile  betimleyerek  anlaşılabilir şekilde sunmuştur.Ancak  tam olarak hastalıkların kaynaklarını ortaya koyamamıştır. Fakat unutmamalıyızki tedavi konusunda  her geçen gün artan olanaklar sunmaktadır ve bizim hastalandığımızda ilk başvurmamız  gereken  kişiler  tıp doktorları  olmalıdır

Benim burada açıklamaya çalışacağım bilgiler tüm hastalıklarımız oluşmadan önce zihnimizde yani ruh dünyamızda ve beden enerji sistemimizde nasıl  başladığını  tespit  ederek önleyici bir anlayış  geliştirmektir. Hastalanmadan çok önceki aşamada özellikle spritüel  tıp  ve  enerji  tıbbı  büyük  önem  kazanmaktadır. Son zamanlarda bu durum daha çok  gündeme  gelmeye  başlamıştır. Özellikle enerji tıbbı ve bunun zihinsel  enerjilerle bağlantısını net bir şekilde ortaya koyan bazı enerji  uzmanlarının kitapları Türkçe’yede    çevrilerek halkın bilgisine  sunulmuştur. Örneğin: DonnaEden’ın  ‘’Enerji Tıbbı ‘’ kitabı ve  BarbraBrennan’ın ‘’ Işığın  Elleri ‘’ kitabı dikkat  çekicidir.

Bu yazımda düşünce  kalıplarının , inançların ve bilinçaltı zihnimizdeki atalardan ve geçmiş  yaşamdan gelen  karmaların hastalıkların tohumlarını nasıl ektiği ile ilgili açıklama getirmeye çalışacağım.

1.      Öncelikle  karmik  hastalıklarabaktığımızda  , derin benlikten taşınan  toksik inanç ve düşüncelerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Genellikle çok  küçük  yaştaki hastalarda görülmektedir. Bu  onların  hayat  buldukları  bu  yeniyaşamda , geçmişten gelen (geçmiş yaşamlardan) bazı durumları başlangıçta tamamlamaya çalıştıklarını göstermektedir. Dünyaya geldikleri aileye de farklı bir bilinç ve anlayış geliştirmelerini sağlamak içindir. Beden  ruhun ifadesidir ve bu durum sadece  ruhun ilk aşamada çok ufak yaşlarda beden üzerinden kendini dışa vurmaya  ve dünya boyutundaki yaşamı deneyimlemeye başlamasıdır. Kısaca genelde 0-9 yaşlarına  kadar yaşanan hastalıklarakarmik hastalıklar diyebiliriz. İmplisit hafızamız da  yer alan geçmiş yaşam anıları ile ilintili  olduğu düşünülmektedir.Ancak psiko genetiğimizde yer eden bazı aile bireyleri  veya atalarımızdan bize miras kalan toksikanı , düşünce , inanç ve duyguların tesiri ile de kendimize hastalık ve rahatsızlık yaratabiliriz. Bunu da karmik hastalıklar içinde sayabiliriz. Örneğin atalarından biri savaşta kolunu  kaybetmiş birisi bunu psişik miras olarak aldı ise o kolunu kazada  yaralayabilir veya kangren olabilir ya da o kolundan ciddi hastalıklar yaşayabilir.

2.      Karmik hastalıkların dışında en sıklıkla  karşılaştığımız hastalık kaynaklarının başında ‘’Zihinsel Yaratıcılık ‘’ gelir.Zihnimizde   hastalıklar ve onların bize yaşatabileceklerine odaklanarak kendimizde bir çok  bedensel   güçsüzlükler ve  hastalık koşulları  yaratırız. Örneğin bazı hastalıkların sonucunda  ölmüş yakınlarınıgördükten sonra  aynı hastalıkları yaşamaktan çok korkan birisi  bu korkuya odaklanıp o düşünceleri  beslerse bu düşünce kalıbı da sonunda  hayatında oluşmaya başlar ve korktuğu hastalık o’nu bulur. Bu durumu kuantum fiziği dalga/ parçacık ilkeleriile  belirli bir şekilde açıklamaktadır. Kişinin zihninde oluşan vazgeçemediği düşünce kalıplarının  bir çeşit süptil /ince enerji niteliğinde olduğunu biliyoruz. (Bu durumu Kültür Üniversitesi Yayınlarının bastığı ‘’Empati’’ kitabında yer alan Enerji Psikolojisi ve Empati adlı yazımda daha ayrıntılı açıklamıştım.) Bu enerjilerin belirli  frekansta  titreştiğini ve aynı frekansta titreşen başka bir realiteye veyaan’a   dönüştüklerini de artık açıklayabiliyoruz. Böylece hayatımızı an be  an  biz oluşturuyoruz. Aslında şunu söyleyebiliriz ki dışarıda hiçbir şey yoktur. Kendi dünyamızdaki   her şeyi biz an be an yaratırız. Yani bizim zihnimizin holografik yansıması sadece bedenimiz değildir. Yaşamımızdaki realite olarak algıladığımız  her şeyde  bizim  zihnimizin holografik yansımasıdır. Dolayısıile  zihnimizin derinlerindekileri fark edip, temizlemeli/ dönüştürmeliyiz ki yaşamımızın  hastalık gibi hoşumuza gitmeyen  realiteleri de dönüşsün. Biz  daha  mutlu verimli  ve  potansiyellerimizi  hayata geçirebildiğimiz  yaşamlar yaratabilelim. Hastalık yaratan bir diğer yansıma kaynağı ise kişinin yaşamında  başka  bir stres yaratan olayı bertaraf etmek  için kendi bedeninde hastalık oluşturmasıdır.. Örneğin iş yerinde çok önemli  vezor  olabilecek  bir dönemi atlatıp  yüzleşmemek adına  kişi çok ciddi bir grip virüsüne yakalanarak yataklara düşebilir. Derin benliğinde  böylece  problemi savuşturduğuna ve sorunların  bittiğine  inanmayı seçebilir.

3.      Bir  diğer  zihnimizdeki  hastalık  yaratma  kaynağı  ise  yaşamımızın farklı  dönemlerinde  içimizde   mutlak  gerçeğe  dönüştürdüğümüz  kararlar ve düşüncelerdir. Bunları genelde  çok  ufak  yaşlarda  benimseyip , bilinçaltının  derinliklerine itip , yaşamımızın  önemli kader  noktaları haline getirebiliyoruz. Bu kararlar  çoğunlukla  başkaları ile  ilişkilerimize , kendimiz  ile veya  hayat ile  ilgili ilişkilerimize  bağlı  gelişir. Bu kararların bir çoğu  ailemiz  ile  kurduğumuz ilişkilerde oluşmaktadır. İlk çocukluk dönemimizde anne ve babamız bizim için Tanrı gibidir. Onların sevgi ve onayını almak için elimizden geleni yapmaya çalışırız. Bazen onları içselleştirip onlara dönüşerek , bazen onların beklediği  gibi olmaya  çalışarak ve olamadığımızda  ise  kendimiz ile ilgili yüzlerce olumsuz  inanç geliştirip bunları bilinçdışı  zihnimizde  tutmaya uğraşırız. Otomatik  bir bilince  dönüşen  tüm bu karar, düşünce ve inançların bize  hissettirdikleri  ise   beden duyumlarına  ve daha  sonrada  çeşitli hastalık ve rahatsızlıklara dönüşebilir. Hastalık ve rahatsızlıklarımızın  zihinsel ve duygusal nedenlerini anlamaya çalışırken , kendimiz ile ilgili çok şey öğreniriz ve farkındalığımıza  önemli katkısı olur.  Her hastalık veya hastalık belirtisinin  bize önemli mesajları vardır. Tabii ki bu tamamen kendimizi  değiştirmeliyiz anlamına gelmez , ancak  bize bazı tutum, yaklaşım ve davranışlarımızı gözden geçirmemiz  ve potansiyellerimizi doğru yönde kullanmamız gerektiğini  anlatır. Örneğin çabuk kızan , sabırsız ve agresif tepkiler veren bir kişinin  bu yönlerini olumsuz anlamda  kullandığında hem bedeni , hem hayatı ve çevresi negatif yönde etkilenecektir. Eğer yerinde ve zamanında bu yönlerini kullanabilirse, çok daha  olumlu sonuçlar alabilir. Sonuçta hiçbir kişilik parçamız , yönümüz  kötü/ olumsuz değildir, ancak olumsuz sonuçlar verecek  yönde kullandığımızda ‘’ kötü özelliğe’’ dönüşürler. Bu  durumda  ilk  olarak  kendimizi olduğu gibi kabullenmenin  ve sevebilmenin  bizi mutlu , huzurlu ve sağlıklı bir hayata hazırladığını anlamalıyız. Öncelikle şunu belirtmeliyim  hastalandığımızda  veya  kendimizi gerçekten  hasta hissettiğimizde mutlaka bir tıp doktoruna  başvurmalıyız. Teşhisimizi öğrenmeli ve onun  bize  ne önereceğini  duymalıyız. Ancak  ondan  sonra ne yönde ilerleyebileceğimize kendimiz karar verebiliriz. Unutmayın sizin bedeniniz ve sizin  kontrolünüzde , bunun için doktorunuza soru sorun , hangi ilaç , yan etkileri nedir vs…….Bize uygulanan tedavilerde bize  kendimiz hakkında ipucu verebilir. Örneğin bize reçete  edilen  tedaviler ağız yolu ile  alınan ilaçlar ise hastalığımızın kaynağı daha  çok geçmişte  başımıza gelenler ve geçmişi bırakamamamız  ile ilgili  olabilir. Deri yolu ile alınan ilaçlar  ise problemin daha çok  duygusal sebeplerden kaynaklandığı  düşünülebilir. O anda yaşananlara  tepkidir. Solunum  yolları  ile kullanılan ilaçlar  bize daha çok  önerildi  ise o zaman  hastalığın kaynağı zihinsel olabilir ve gelecek korkusu diye tarif edebiliriz.Ayrıca  hastalandığımızda  kendimize sormalıyız. Bu hastalık oluştuğunda hayatımda  ne oldu ? veya  farklı gelişen nedir ? Hastalığımız bedenimizin hangi  bölümünde ortaya çıktıysa , o beden bölümünün bedenimdeki işlevi nedir ? Yani beni ne yapmaktan alıkoyuyor ? gibi sorular bize hastalığımızın  kökenleri hakkında ipuçları verebilir. Eğer bir kaza sonucunda bedenimizin bir bölümünde  işlev kaybı varsa , o zaman  bu beden parçasına yüklenmiş  olan suçluluk  duygumuz  var olabilir. İnsanoğlu suçlu hissettiğinde kendini cezalandırır. Buhastalık , kaza , bela şeklinde kişinin hayatında yer alabilir.Suçluluk kendimizi  otorite karşısında savunamamaktan hatalarımızla yüzleşememekten  yanlışlarımızı  kabul etmemekten ve gizlediğimizde de  onları hemen kişiselleştirmekten kaynaklanır. İnsanlığın şu anda  yaşadığı kaos , savaşlar ve dünyaya verdiği zararın derinliklerinde  kollektif  bilinçte yer alan ‘’ SUÇLULUK ‘’ duygusu vardır.

Hastalıklarımızın bedenimizin sağ ve sol yarısında oluşuyor olması da  önemli bir belirti olabilir. Bedenimizin sağ tarafı ‘’erk prensibini ‘’ temsil eder. Erk  prensibi gücü , etkenliği , cesareti , yüceliği , yiğitliği, adaleti  , isteği , mantığı , azmi , organize olmayı ve eyleme geçmeyi temsil eder. Var oluşumuzun bu tarafı  babamızdan etkilenir. Bu durumda sağ tarafımızda oluşan bir rahatsızlık varsa  baba ilişkimizdeki unsurlara bakmak bize yol gösterir. Bedenimizin sol tarafı ise ‘’ dişi prensibi ‘’ temsil eder. Dişi prensip  yumuşaklığı , esnekliği , güzelliği , estetiği ,absorbe etmeyi , güzel sanatlar ve edebiyata yatkınlığı , müzik ve uyumluluğu temsil eder. Bu tarafımız  sezgilerimizin ve yaratıcılığımızın geldiği becerilerimizin  yeridir. Varlığımızın yaratım ve karar verme halidir. Bedenimizin sol tarafındaki bir rahatsızlık bize anne ilişkilerimizdeki bazı unsurların işlev bozukluğunu anlatabilir.Bu prensipleri  baba  ve  annelerimizden miras  alır ve onlardan öğreniriz. Anne , babamızın bu rollerdeki sıkıntıları bizi bire bir etkiler. Ancak var oluşumuzun bu iki tarafı da uyumlu  işlediğinde biz huzurlu ve mutlu hissederiz. İşte bedenimiz bazı sorunlar çıkardığında bu iki prensip gereklerini uyumlu bir şekilde hayata geçirememişizdir. Bu prensiplerin mimarları da   anne ve babamız olduğunu bilerek onlarlailişkilerimize  bakmak  bize hastalıklarımızı tedavi ederken çok destek  olacaktır.

Anlaşılan bedenimiz sıra dışı ve mucizevi  bir araçtır. Bize beden duyumları , rahatsızlıklar ve hastalıklar yolu ile sürekli kişiliğimizin ruhumuz üzerindeki etkilerini mesaj olarak iletir. Bu şekilde bakmayı benimsediğimizde iyileşme ve tedavi süreçlerimiz hızlanır ve tamamlanır .Çeşitli beden bölgesi  ve  organlarımızdaki problemlerin zihinsel ve duygusal köklerini araştırırken  , yedi tane enerji merkezimizin / çakra bize yol  gösterebileceğini düşünerek bedenimizi bu 7 bölgede inceleyebiliriz. Bunlar kök çakra / bedenimizin alt bölgesi , cinsel çakra/ bedenimizin karın bölgesi , mide çakrası ( solar plexus) / bedenimizin orta bölgesi , kalp çakrası / bedenimizin kalp ve üst torso bölgesi , boğaz çakrası / bedenimizin boğaz , boyun , ense bölgesi , üçüncü göz çakrası / bedenimizin yüz bölgesi ve son olarak taç çakra/ bedenimizin kafa ve tepe bölgeleridir.

1-) Bedenimizin alt bölgesi ;  kalçalarımızdan  başlayıp . ayak parmak ucuna kadar olan  uzuvlarımızı   kaplar. Bu bölgede problem yaşayanlar   yani ( kalça , bel alt  bölgesi baldırlar , bacak , bilek ve ayaklar ile ilgili sorunlar)  materyel  ve fiziksel bütünlüğüne  zarar gelebileceğinden korkan kişilerdir. Kendilerini izole ve dışlanmış / terkedilmiş  hissedebilirler. Problemleri  ile   baş  ederken   sadece  kendilerinin yapması gerektiğine inanır ve yardım almazlar. Ayaklarımız bizi toprağa , toprak  Ana’ya  kök  salmamızı sağlayan uzuvlarımızdır. Ancak  bu kişiler  oradan nasıl  besleneceklerini  bilemezler. Hayatlarında kendileri için bir amaçları yokmuş gibi davranırlar , varsa da hayata geçirmeye çok korkarlar. Güvenlik onlar için en önemli unsurlardandır ve güvenliğin dışarıdaki etkenlerle sağlanacağına inanırlar. Böylece kişilere veya nesnelere bağımlıdırlar.

Gelecekte olacaklardan  korkarak ,  güvenlikte  hissetmenin çok önemli olduğunu düşünerek , her ne yapıyorsa , yaptığı işe tedirginlik ,endişe ve olumsuz duygular katarak yaşayan kişilerde sık sık rastlanan problemler;

·         Ayak, bilek ağrıları.

·         Dizde   sorunlar, hoşgörü ve esneklikten yoksunluk.

·         Varisler / selülitler.

·         Ayak parmaklarında farklı sorunlar.

·         Geçmişteki  sorunlardan  kendini  soyutlayamayanlarda  ise kalça ve kaba etlerde rahatsızlıklar oluşur.

·         Kuyruk sokumunda sorun yaşayanların ise bir başka kişiye  bağımlı olduklarına kendilerini inandırmaktır. Kendi güçlerini fark etmez diğerinin bağımlılığını kendine aitmiş gibi algılarlar.

 

İç organlara gözgezdirdiğimizde  hastalık olarak  en çok rastlananlar;

·         Hemoroit problemleri genellikle gerginlik baskı altında olanlarda daha çok ortaya çıkabilir.

·         Anal bölgedeki nodüller , kistler veya kanamalar ise geçmişteki bazı olaylara yoğun kızgınlık veya kişinin kendine dönük kızgınlık ve suçluluk duygularını gösterebilir.

·         Böbrek üstü bezlerdeki sorunlarda benzer şeylerden oluşmakla birlikte hayat amacını bulamayan / fark edemeyen kişilerde daha çok ortaya çıkar.

 

2-)Bedenimizin karın ve sırt bölgesi yaratıcılığımızı fiziksel anlamda ifade ettiğimiz çok önemli bir parçamızdır.Cinsel çakra bölgesi diye de tarif edebiliriz. Bu bölgedeki aktiviteleri sadece  dürtüsel  bir fiziksel tatmine yönelttiğimizde tanrısal ve yaratıcı özelliklerini duygu ve duyumlarımızda yaşayamayız.

Bu bölgede özellikle karın vegenital organlarda sorunlar yaşayanların kendi hayatlarını yaratmaktan çok başkalarının hayatlarını yaratmaya  çabalayanlar olduğunu düşünebiliriz. Kendilerinden emin olamazlar, başkalarının onların üzerinde yoğun bir yaptırım gücü olduğuna inanırlar. Bu yüzden kendilerini çoğu  kişinin karşısında  ve çoğu durumda YETERSİZ hissederler.  Zaman içinde bu durum sürekli bir tedirginlik ve korku yaşamalarına sebep olur.  Dışarıdan gelen uyaranlara çok fazla açık olurlar. Ayrıca cinsel dürtüleri ve hatalı buldukları cinsel eğilim ve yaşantılarından dolayı suçluluk hissedenlerde de bu bölgede çeşitli hastalıklar oluşabilir.

Sırtın alt bölgesi , yani bel bölgesinde rahatsızlıkları olanlar materyel dünya  ve  yaşam ile ilgili pek çok  kaygısı olan insanlardır. İş yaşamları ile ilgili gereksiz  endişe ve kaygıları olur. Bu kaygı ve endişeler sürekli bir hal aldığında yaşam sevincini kaybederek hüzünlü bir ruh hali yaratır. Sonuçta da bu durumun fiziksel  oluşumunu  bel bölgelerinde yaşarlar. Desteklenmediklerini düşünürler ve herkesi taşıdıklarına inanırlar. Gerçekte birileri onları sürekli taşısın   isterler  ve çevresindekileri domine etmeyi ve dediklerini yaptırmayı severler. Esnek ve anlayışlı  değildirler.

Her şey kendi yöntemlerine göre yapılsın istediklerinden , kendileri her şeyi yapmaya kalkışırlar. Genellikle  bir şeylere sahip oldukça da  daha değerli olabileceklerine inanan insanlardır.

Kalçalarında ağrı , sızı veya hareket kısıtlanması yaşayanların ise gelecekteki bir adımı atmaktan korktuklarını söyleyebiliriz. Adım atmak için fonksiyonlarının sağlıklı olması gereken bir beden parçası olan kalçalar özgürce hareket edemeyeceğine inanan kişilerde  farklı sorunlar çıkarırlar. Bu durum da bedenleri onlara özgürce büyük kararları almaları ve bunun sorumluluğunu taşıyabileceklerinin mesajını vermektedir.

Bu kısımdaki iç organlara gelince;bağırsaklar önemli bir hassasiyet bölgesidir. Organizmayı temizler , toksinleri ve işe yaramayanları boşaltarak bedeni yeniler. Farklı sindirim sistemi sorunları bize farklı mesajlar iletir. Örneğin ;

Kabızlık , geçmişten getirdiği düşünce kalıplarını , bakış açılarını değiştiremeyen  sahip olduklarını bırakamayan hatta bazı konularda cimri  ve sürekli toplayan kişiliklere sahip olanlarda daha sık rastlanan bir sorundur.

İshal ise; bir korku işaretidir. Hassas bazen kendi düşüncelerinden korkan kendini yetersiz   bulan ve küçümseyen kişilerde sık sık oluşan bir rahatsızlıktır.

Crohn rahatsızlığı bu korkuyu her alanda yaşayabilen kişiliklerde oluşan kronik bir hastalıktır. Kişinin kendinin  yeterince iyi olmadığına inanıp , mükemmeliyetçı ve kontrolcü  yapısı bu kronik koşulu oluşturabilir . Kolit hastalığı ise genelde kendini yenik /yitik ve kurban hisseden kişilerde oluşmaktadır. Daha çok şevkat ve ilgi göstermeyen ailelerde büyümüş  kişilerde kendini gösterir. Başkalarının  sevgisi veşevkatiolmadanda kendilerini sevebilmeyi başarmaları gerekir.

 Böbrekler  de  bağırsaklar gibi içimizdeki zehir ,toksin ve fazlalıkları sağaltmayı temsil eder. Bu bölgelerde sorun yaşayanların bir kısmı  iç dünyalarını dışarıya yansıtamayan , sürekli  duygularını kontrol altında tutarak otoriter , ketum ve herkes adına karar vermeye meraklı bir tutumda olan kişiliklerdir. Bir  kısmı ise tam tersi kendi hayatlarında dahi karar veremeyen , kendini yetersiz hisseden ve daha çok aşağılık kompleksleri olan kişilerdir. Korkuları çok fazladır , otoritelerini kullanmayı bilemezler ve kendilerini beceriksiz hissederler. Genelde hayatın hiçte adil olmadığını ve bunun altında ezildiklerini düşünürler. Aileleri tarafından adil olmayan bir tutumla yetiştirilmiş kişilerde ortaya çıkan bir sorundur. Böbrek sorunları yaşayanların bir an önce kendi hayatları için karar verip , arkasında durabileceklerine ve yeterliliklerini görmeye  ihtiyaçları vardır.

Genital bölgelerde oluşan birçok sorunun dibinde yatan en önemli duygusal sebeplerden biri cinsel suçluluk duygularıdır. Genellikle insanlar cinselliği  sadece  çocuk sahibi olma yolu veya bir  keyif ve tatmin yolu  olarak görür. Erkekler kendini fiziksel olarak tatmin etme  rahatlama ve keyif alma yolu gibi  kullanırken , kadınlarda  sahip olma ( çocuğa ve erkeğe) gücünü erkekler üzerinde kullanma ,yönlendirme ve yönetme yolu olarak kullanırlar. İçten içe bilirler ki bu motivasyon unsurları  gerçekte olması gereken değildir. Sevgi , şevkat , saygı ve değer verme duyguları olmadan yaşanan  cinsellikten dolayı bilinçaltında bir çok  farklı suçluluk duygu ve inançları oluşur. Genital organlarda yaşanan çeşitli sorunun  kökeninde genellikle işte bu olumsuz duygular yatar. Bir kısım cinsel yetersizliklerin kökeninde ise erkekler için kaygı ve korku duyguları vardır. Özellikle anneye yetememek ve babanın yerini alamamak ile ilgili ilk çocukluk döneminde yaşanan  ödipalkomlekslerin çözümlenmeden kalması ve  genç erkeklik döneminde bilinç dışından yüzeye yansıyarak ‘’cinsel performanstan’’ korkmak , kaygılanmak olarak ortaya çıkmasıdır. Kadınlarda ise kendi  kadınlığından utanmak , kadınlık duygularını kabullenmemek ve cinselliği kötü , kirli bir parça olarak kabul etmek farklı cinsel isteksizlik , soğukluk ve kaçınmaya yol açar. Bu da menstürasyon sorunlarından, vajinismus’a kadar geniş bir yelpazede kadınlarda fiziksel rahatsızlıklara sebep olur. Bazı rahim ve yumurtalık sorunları ise yaratıcılığını hayata geçirmekten korkarak kendi hayatları üzerinde  ciddi  kararlar  alıp uygulayamayan kadınlarda daha sık görülebilir. Menapoz ve andropoz döneminde ortaya çıkan hastalıklar (prostat büyümesi , sıcak basması ve kalp sıkıntıları gibi…) ise yaşlanmaktan ve artık hayatta fonksiyonlarının azalmasından korkarak kendini yaşamında istediği gibi var edememiş ve kendi olamamış bir çok insanda görülmektedir.

3-) Solar plexus bölgesi (3.çakra) bedenin orta bölümünü kapsar. Alt karın ile göğüs altına kadar olan beden kısmıdır. Sırtın bir kısmınıyani  en önemli 5  omurgayı kapsar. Sindirim sistemi organlarının en önemlilerinin  olduğu bölgedir.Karaciğer , pankreas , mide (duedemum) 12 parmak bağırsağı , dalak bu çakrada yer alır. Duygularımızı bedenimizle yaşar ve hissederiz. Buna da  beden  duyumları diyebiliriz. Bu duyumları en yoğun hissettiğimiz yer ise solar  plexus ‘tür. En yoğun duyguların  duyumları bu bölgededir. Özellikle öfkenin en çok hissedildiği yerlerden biride sindirim sistemimizdir.  Bu bölgede rahatsızlıkları olanlar geneldenefret , öfke , şiddetli istekler ,sahip olma tutkusu yaşayan ve sürekli başkalarının sevmesini  bekleyen  kişilerdir. Kendilerini ve başkalarını sevmeyi  pek başaramazlar. Ayrıca kendini sürekli tehdit altında hissedip , kendini savunmak zorunda hissederler ve bu duruma duydukları kızgınlıklarını da içlerinde de tutarlar. Yaşadıklarını böylesine algıladıkça da bir türlü tam hazmedemezler. Olayları ve kişileri olduğu gibi kabul etmekte zorlanırlar ve kendi bilip anladıklarının mutlak doğru olmasını  isterler.

Örneğin sırtın orta  bölgesinde ;  lumbago da problem yaşayanların bu süreçte karşılaştıkları bir yaşam sorunu karşısında çaresiz ve kararsız hissetmelerinden kaynaklanabilir. Genelde de  kimden  nasıl   yardım isteyeceklerini bilemezler ve yakınlarından beklentileri artar. Siyatik siniri sıkışarak bir nevraljisi olanların ise gelecek ve maddiyat ile ilgili korkuları olabilir. Kendilerine güvende hissetmenin tek yolunun daha fazla imkanlara sahip olmak yerine kendi iç kaynak ve yeterliliklerine  güvenmelerinin geleceklerini daha güzel  şekillendirebileceklerine inanmalarıdır. Bu bölgedeki ‘’disk kayması’’ rahatsızlığının derinlerinde ise yaşamda desteklenmediğini düşünen sürekli onaylanma ihtiyacı içindeki  kişilerinde oluştuğunu görebiliriz. Kendi kararlarından emin oldukça daha güçlü bir sırtları gelişebilir. Umutsuz ve dünyanın yükünü taşıdığına inanan bireylerde ise skolyoz (omurga eğriliği) oluşmaktadır.

Karaciğer hastalıkları olan kişiler ise genelde başkalarını olduğu gibi kabullenmekte çok zorlanan (aslında onlarda gördüğü kendi parçalarını kabullenemeyen) ve sürekli yaşamından memnuniyetsiz , yargılayıcı ve eleştirel tiplerdir. En çok kızgınlık ve öfkenin biriktiği bir organdır. Karaciğer de  bu duygular çok fazla yerleştiğinde kriz çıkarır. Karaciğer sorunları ayrıca sürekli mutsuz ve hüzünlü , gergin ve tahammülsüz ve de kıskançlık yaşayanlarda oluşmaktadır. Bu durumda olanların  öncelikle kendilerini kabul edip sevmeyi ve tüm yaşadıkları ile memnun kalmayı başarmaları gerekir. Şikayet etmeyi  bırakıp daha güzeli yaratmak için uğraşmaları ve niyetlerini dürüstçe ortaya koymaları onlar için iyi olur.

Safra kesesi taşları ve sorunları ise kararlı olan ve aklında sürekli yapmak istedikleri olupta çevresi tarafından engellendiğine inanıp sürekli kendini zorlayan kişilerde görülebilir. Ancak diğer çözüm yollarından  korkarak , o’nu engelleyenlere müthiş öfke duyarlar  ve bu durum onların safra keselerini ve safra yollarını olumsuz olarak etkiler. Hepatit ve sarılık gibi karaciğer rahatsızlıkları da  genellikle  öfke , intikam , aldatılma ve kin duygularının sonucu gelişebilir. Mide problemleri yaşayanların genel tavrı  yeni fikirlere çok kapalı olup ,  ikilikleri algılamayı reddetmek  olabilir. Belirsizliğe tahammül edemeyen kontrolcü ve kaygılı kişiliklerdir.  Kararsızlık , öfke duyguları ile karıştığında kişiye mide bölgesinde çok rahatsızlık , gastrit , ülser , mide yanması gibi yaşatır. Açıkçası yeni oluşan durum , tutum ve davranışları hazmedememekten kaynaklanan çeşitli enflamasyon durumlarının sonucu  bu tür kronik hastalıkları yaşamaktır. Esneklik , olumlu tarafa odaklanmak , hoşgörü , yaşananların sevgi yanını keşfetmek bu tip rahatsızlıkların üstesinden gelirken önemli katkıda  bulunabilir

Zehirlenmelerde kişinin kendi düşünceleri ile ilgili olabilir. Toksik  ve zehirli  düşüncelere sahip olanlar yediklerine karşı daha  hassas olup çabuk etkilenebilirler. 3-5 kişi aynı yemeği yiyip de sadece  birinin zehirlendiği durumların  psişe  üzerinden  açıklaması olarak bu durum kabul edilir. Zihnimiz tarafından en çok etkilenen organlarımızdan Pankreas ayrı bir önem taşımaktadır.  Sadece insülin salgılanmasından değil , ayrıca kandaki şeker seviyesini de  dengeleyen tek organımızdır. Pankreas ‘ın  işlevlerini yerine getirmediğinde oluşan ‘’hipoglisemi’’ önemli bir rahatsızlıktır. Altında yaşam sevincinden yoksun olmak ve yaşamdan keyif alamamak etkenleri yatmaktadır. Hipoglisemik kişilerin yaşamın neşeli, keyifli taraflarını göremedikleri ve hayatlarını yeterince neşeli ve mutlu hale getiremedikleri  düşünülür. Diyabette ise  kişilerin duygu dünyaları biraz  daha farklıdır. Hayatta sevgiyi  bulamadıklarına inanıp sürekli  bunu  arayanlardır. Genelde sevgiyi almakta  zorlanan insanlardır, içlerinde hep bir hüzün olabilir ve sevgiyi almayı hak etmediklerini düşünebilirler. Bu rahatsızlığı geliştiren kişilerin çareyi dışarıdan gelen bir uyarıcıya değil de kendi istek   arzularını gerçekleştirmenin çare olacağını anlamaları gerekir.

4-) Bu bölge kalp çakrası ile ilgili göğüs bölgesidir. Önden kalp , akciğer ve bronşların olduğu yerdir. Arkadan ise sırt , enseye kadar gelen 12 önemli omurganın , omuzların kollar ve ellerin bulunduğu alandır. Kalp enerjisinin  sevgi tarafından beslenmesi gerekir ve ne zaman ki  hem kendine , hem de başkalarına karşı  eleştiri , yargılama ve beğenmeme , sevgi duyamama gelişir, o zaman bu  bölgede problemler oluşabilir. Bütün kalp problemleri mutluluk ve neşenin hissedilmediği  durumlarda gelişir. Kalp problemleri olan kişilerin  kendilerini ve başkalarını affedip , sevgi vererek iyileşmeleri daha kolaylaşır.

Kalp krizi geçirenler çoğunlukla ya parayı ya da gücü kendilerinin önüne koyarak kalplerinin sevgi alma ve verme ihtiyaçlarını önemsemeyenlerdir. Omuz ve sırt ağrıları ve hastalıkları ise bir çoğumuzun  bildiği gibi kendimize ait olmayan sorumlulukları yüklenmek ile ilgili olabilir. Sırtlarından sorun yaşayanlar bir çok sorumluluğu yerine getirirken, bunları başkalarından karşılık bekleyerek yaptıklarını fark edemezler. Yeterince  karşılık alamadıklarını düşündüklerinde ise kızgınlık ve  öfkenin de yükü  omuzlarına biner. Sevgi dilleri daha çok karşısı için bir şeyleri yapmak ve o’na yapılmasını beklemek ile ilgilidir. Duygusal alışveriş dengesini bulabilmeleri onların bu sorunu aşması için iyi bir adım olacaktır. Omuz ağrıları ise yine  kendine ait olmayan veya zorunlu bırakıldığına inandığı yükleri taşıyanlarda veya herkesin  mutluluğundan , iyiliğinden kendini sorumlu tutanlarda sık karşılaşılan bir durumdur. Kollarımıza   gelince  çalışmak ve kucaklamak  için en çok kullandığımız uzuvlarımızdır. Kucaklamak derken sadece insan veya hayvanları değil yeni bir durumu da  sembolik   olarak kollarımız ile karşılarız. Kollarda ve ellerdeki  sorunların kaynağı kişinin yaptığı işi sevgiyle  değil ,  ancak  olumsuz duygularla yerine getirdiğini gösterebilir. Bu durumda kişi ya  işini  değiştirmeyi  düşünmeli veya yaptığı işe farklı gözlerle  bakmayı denemelidir. Ayrıca belki kollarını  sevgiyle yakınlarını kucaklamak için kullanmayı deneyebilir.  Kollarında rahatsızlık yaşayanların bir kısmı da   hayatta yaptığı işte  yeterli olmadığını düşünenlerde daha çok ortaya çıkar. Yaptıkları işlerle ilgili bunu düşünenlerin kendilerini  dışardan görmeye  çalışmaları ve başkaları benzeri işleri yaparken onları gözlemlemeleri belki kendilerinin de  onlar kadar veya daha iyi yaptığını fark ettirebilir.

Ellerdeki sorunlarda , kollardaki  problemlere çok benzer sebeplerden oluşur. Alma ve verme dengesini de  ifade eden eller ve kollar kalp bölgesinin uzantılarıdır. Bundan dolayı bu bölgedeki  rahatsızlıklar genellikle ‘’sevgi’’ alışverişindeki her türlü dengesizliklerin sonucudur. Sol taraf daha çok almayı temsil ederken , sağ tarafta vermeyi anlatır. Sevgiyle alıp veremediğimizde veya sevgiyi hem kendimize alamadığımız ve de veremediğimizde kollar ve ellerimizde farklı sorunlar oluşabilmektedir. Göğüslerde ( memeler) hangi cinsiyet olursa olsun kişinin dişil enerjisini , parçasını temsil eder. Bu da fazla korumacı ve kollayıcı tutum sergileyen ve sürekli müdahale  eden bir tavrın temsilidir.  Böyle bir anne ile büyüyen erkekler yetişkinliğe geçişte annelerinin koruyucusu ve kollayanı olurlar. Kızlar ise  aynı tavrı eş veya sevgililerine sergilerler. Bu durumlarda daha çok kendi yanındaki  için kaygılanan , gergin , müdahaleci  ve kontrolcü  bireylere dönüşürken bu fiziksel olarak göğüs bölgesinde  farklı sorunlara yol açabilir.

Bedenimizin kalp çakra bölgesindeki önemli  hastalıklardan biri de damarlar ile ilgili olanlarıdır. Bu durum aynı zamanda kan değerleri ile ilgilidir.’’ Kan’’ yaşam sevincini temsil eden, kişinin kim olduğunu ve nasıl yaşadığını gösteren  en önemli bedensel  değeridir. Kan değerleri üzerinde  yediğimizin , içtiğimizin çok büyük etkisi görülürken , zihinsel ve duygusal yaşantımız da bir o kadar etkilidir. Yaşamında daha çok hüzün , korku , öfke hisseden kendine yönelik yargılama/ eleştiri yapan kişilerde kan değerlerinde problem olacaktır. Özellikle anemi/ kansızlık veya türlü toksinin birikimi ortaya çıkacaktır. Eğer kişinin damar yolları kapalı ise, yaşamındaki sevginin azlığını veya yokluğunu da  belirler. Kolesterol yüksekliği yaşama sevincindeki  blokajı temsil ederken , pıhtılaşma problemleri yaşayanların daha çok kendilerini  hayatta çok yalnız hisseden insanlar olabileceğini düşünebiliriz.

Yüksek tansiyon; sürekli olumsuz ve kaygılı düşüncelere sahip insanlarda bir süre sonra oluşan büyütme/ drama haline getirme  durumu geliştiğinde ortaya çıkabilir. Kızgınlığını bastırmaya , tutmaya çalışan kişilerde daha sık rastlanır. Yaşamını daha çok kafasında kurgulayıp , içinde yaşayanlarda daha sık görülebilir. Kişi ya bakış açısını farklılaştırıp meseleleri kafasında büyütmemeyi öğrenmeli ya da buna bağlı gelişen duygularını dışa vurmalıdır. Bu şekilde damarlarındaki gerilimin rahatladığını fark edecektir.

Düşük tansiyon ise genelde yaşamını mücadele gerektiren durumlarında baştan havlu atan kişilerdir. Yaşam enerjileri çabuk düşer ve nasıl olsa ben baş edemem diye denemeden pes ederler. Sorumluluk almak onları çabuk yorar , o yüzden kaçınırlar. Tabii  bu durum her düşük tansiyon  sahibi için geçerli olmayabilir. Çünkü bazı kişiler düşük tansiyon değerleri ile de kendilerini iyi hissederler. Belki de bu durum onlar için geçerli olmayabilir.

Solunum yolları ile ilgili sorunların en başında sıkça duyduğumuz ‘’ astım‘’ gelir. Farklı çeşitleri olan ve genelde çocukluk ve gençlik yıllarında ortaya çıkan bu hastalık rahat nefes alamamak ve boğulma duygusu ile ilgilidir.Genelde üzerlerine çok düşülerek büyütülen çocuklarda ,kişilerde olur. Öncelikle  başkaları tarafından  değil de  daha çok kendilerinin yapmak istemedikleri  tarafından boğulmuş hisseden kişilerde olur. Bazen de aileleri  çok fazla üstlerine düştüğünden bu ilgi ve alakayı hep tutmak amaçlı  bir bilinçaltı  dikkat çekme tepkisidir. Veya  çok müdahaleci ailelerde , beklenenleriyerine getirmek yerine , yaptırmak amaçlı bir tepkide olabilir. Başkaları  tarafından   sevilmek istediklerinde de bu durum gelişebilir. Öncelikle kendilerinin en olumlu taraflarına odaklanarak kendilerini sevmeyi öğrenmeleri ve herkesin onları sevmeye mecbur olmadıklarını bilmeye ihtiyaçları vardır.

Akciğerlerde yaşanan sorunları ise genelde yaşamayı hak etmediğini  düşünen , hayatını olduğu  gibi kabul edip  götüremeyen ,  kaldıramayan yaptığı hiçbir şeye fazla ilgisi kalmayan ciddi depresyon belirtileri gösteren kişilerde oluşabilir.Anfizem şeklinde ortaya çıkan akciğer sorunları hayatından hiç memnun olmayan kişilerin kendilerinde yarattıkları bir hastalık olabilir. Zatüree  daha çok   yaşamındaki bir çok şeyden yorgun düşmüş  ve sorumluluklardan  bıkmış kişilerde görülür. Bu yüzden yaşlıları daha çabuk tutabilir. Belirli yaşın üzerindeki insanların yaşlarını bir kenara bırakmaları ve hayattan tekrar zevk alabilmeleri önemlidir. Bunu yapmalarına en büyük engel yaşlarını düşünmeleri ve ruhlarının ihtiyaçlarını  göz ardı   etmeleridir.  Yaşlarına  uygun  davranmamak ve gücü yettiğince hareket edip , bağlı oldukları aktiviteleri  sürdürmek onların  hayatı yeniden keyifli bulmalarını sağlayabilir,

Bronşit gibi hastalıklar ise kişiyi zorlayan ilişkilerinolduğu , artık iletişimsizlikten  veya agresif iletişim sonucu oluşan olumsuz atmosferden yada  dayanamayacaklarını düşündükleri aile çevresinde gelişir. Bu durumdan olumsuz etkilenen kişiler kendilerini artıkbitik , bıkkın , yılgın hissederler ve bu onları gerer ve özellikle bunu bronşlarında hissederler.

Boğaz , boyun , yüz ve baş bölgelerini kapsayan diğer 3 çakra  bölgelerinde oluşabilen hastalıkların duygusal sebepleri ile ilgili yazımı ilerleyen haftalarda okuyabilirsiniz.

Sevgiyle kalın.

HASTALIKLARIMIZIN KAYNAKLARI  ( 2 ) 

5. Bölge   Boyun / Boğaz çakrasıdır. Boğaz ve ense bölgelerini , çeneyi ve dudağımızın üstüne kadar olan  kısmı temsil eder. Özellikle ön tarafta yer alan boğaz bölgemiz  yaratıcılığı ifade ettiğimiz bölgedir. Yaratıcılığımız ve benlik duygu , düşünce ve inançlarımız bu bölgedeki enerji sayesinde konuşarak ses ile dışa vurulur. Bu enerjinin kökeni gırtlak çevresidir. Kutsal merkezden  güç alır ve sesin gücünü ortaya çıkarır . Sadece doğrular söylendiğinde bu enerjinin kalitesinin yükseldiği söylenir. Yani dünyaya ve çevremize yansıttıklarımızın en somut halidir. Ses  enerjisi  önemlidir. Bu enerjiyi kaliteli bir şekilde kullandığımızda mucizeleri oluşturmaya başlayabiliriz. Ne zamanki biz yüzleşmek zorunda kaldığımız kişileri ve durumları suçlamaktan vazgeçip yüksek benliğimizin tüm bunları  bizim bilinçlerimizi geliştirmek için önümüze  getirip , yarattığını kabul ederiz, işte o zaman bu enerjiyi doğru şekilde kullanmaya başlamışızdır. Boğazımız aynı  zamanda  bize doğru gelen şeyleri de  alma yani içimize kabul etmeyi temsil eder. Ancak  eğer dünyayı  güvenilmez ve olumsuz bir yer olarak  algılıyorsak  , o zaman  bize sunulanların  olumsuzluklar olduğuna inanarak bu yönden  zihnimize gelen verileri işleyerek ancak mutsuzlukları ve olumsuzlukları içimize alabiliriz. Bu  ifade  etme / verme ve alma dengesi ta ki biz iyicil ve besleyici bir evrene güvenmeye dönüşünceye kadar sürer.

Bu  çakrada  yer alan önemli bir bölgede , boyun bölgesidir. Bu kısımda daha çok düşünceler işin içine girer. Omuriliğimizi beynimize bağlayan  son 7 omurga bu bölgede yer alır. Zihinsel beden boyutunda yer alan boyun ve ense kısmında oluşan problemlerin kaynağı solar plexus ve   kalp çakra bölgelerindeki gibi duygusal nedenlerden  çok düşünce  biçim ve kalıpları ile ilgilidir. Bu bölgede yer alan ve sıklıkla karşımıza çıkan eğri boyun olarak bilinen ‘’tortikolis’ kişinin   boynunu sağa sola yeterli derecede çevirmesini engelleyen kas kasılmalarıdır. Kendini bir başka durum ve şekilde görmek istemeyenlerde oluşur. Yeni durumlardan korkup kaçınan kişilerde rastlanır. Özellikle boynunu sağa sola çeviremiyorsa kişi kimlere ‘’Hayır ‘’ demeyi  başaramadığına ve nedenlerine bakmalıdır. Eğer başını öne ve  geriye oynatmakta zorlanıyorsa ’’Evet ‘’ demesi gereken hangi durum ve kişiler olduğuna dikkat etmelidir.

Ense kökünde ağrı ve sorun yaşayanların ise kendi iç seslerine güvenmeleri ve seçimlerinin arkasında durmaları önemlidir. Bu kişiler iç dünyalarında bir çok şey hayal edip , diğerleri onaylamaz diye hayata geçiremeyen kişilerdir. Kendi  varlıklarına daha fazla değer vermeli  ve kendilerini ifade etmekten kaçınmamalıdırlar. Boğaz ağrı  ve problemleri ise kızgınlık ve kırgınlıkları yutup , biriktirmek ile ilgilidir. Aynı zamanda hayatındaki bazı şeyleri değiştirememekten de kaynaklanır. İsteklerini ve ihtiyaçlarını söyleyemeyen kişilerde oluşan kızgınlık ve öfke duyguları ifade edilmediğinde içe dönük kızgınlık oluşur ve bu boğaz enerjisinin kalitesini bozarak enflamasyonlara ve boğaz hastalıklarına yol açar. Örneğin bademcik iltihaplanmasını sık sık yaşayanların büyük bir kızgınlık içinde olup bunu ifade edemedikleri düşünülmektedir. Ancak önemli gördüğü bir otorıte  figürüne söylemek istediklerini korku duyguları yüzünden söyleyemeyen kişilerde ise daha çok ses kaybına uğradıkları ‘’larenjit’ ’gelişebilir.  

Bu çakra bölgesindeki en önemli hastalıkların geliştiği yer ise ‘’Tiroit’ ’bezidir. Genelde tiroit hastalıkları hayatını istediği yönde yaratamayan ve yaratıcılığını ifade edemeyenlerde görülür. Bu hayati bezimiz metabolizmamızı düzenler  ve  bedenimizin iod üretimi burada gerçekleşir. İod  güçlü bir antiseptiktir ve bedenimizdeki toksinleri uzaklaştırır. Boyun bölgesi başlı başına kafamızı bedenimize bağlayan bölge olduğundan  başlı başına önemlidir. Yani kişinin ruhsal ve fiziksel  parçaları arasındaki köprüdür. Nasıl ki beynimiz komut eder bedenimiz yapar , zihnimizden geçenleri de dışa yansıttığımızda gerçek ihtiyaçlarımız yerine sahtelerini söylersek tiroit bezimizde problem oluşur. Örneğin hipertiroit ( gereğinden fazla çalışan tiroit bezi) olan kişiler hayatlarında bir çok farklı şey yaratırlar ancak gerçek ihtiyaçlarını ortaya koyamadıkları ve sustukları ( veya susturuldukları) için başkaları yapmak istediklerine engelmiş gibi nefret ve öfke duyanlardır. Hipotiroit (tiroit bezinin yetersizliği) ise benzer nedenlerle oluşur , ancak en yakınlarına içinden geçenleri ifade edemeyen , saklayan ve kendi yaşam kararları almaktan kaçınan ve hayatında bir çok şeyde yaratıcılığını ortaya koyamayanlarda daha çabuk gelişen bir rahatsızlıktır. Türkiye’de kadın hastalığı olarak daha çok görülür ve çok sık rastlanan bir durumdur. Yüzyıllardır bastırılan , başına gelenleri dahi anlatmayan aile ve çevre baskısı ile kendi hayatını yaratamayan Türk kadını için artık genetik bir hastalığa dönüşmüştür.

Ağız içi sağlığı genelde dışa vuramadığımız ve kendimizde utandığı olumsuz ve toksik düşüncelerimizden kaynaklanır. Kendine ve başkalarına karşı gerçekten çok olumsuz düşünceler farklı ağız içi hastalıklarına yol açar. Örneğin ağızda çıkan aftlar / yaralar veya sürekli ağız kokusu gibi….)Diş gıcırtatmalar özellikle uyurken bunu yapanların gerginliklerin birikimi ile oluşan tahammülsüzlüklerinin ifadesi gibidir. Gözyaşlarını içerde tutanlarda daha çok görülebilir. Dişeti sorunları ise kendi kararlarından emin olamayan , hata yapmaktan korkan, harekete geç komutu veren bedenlerini durduran ya da yaşam sevincinde azalma olan kişilerde oluşmaktadır. Çene ve çiğneme ile ilgili sorun yaşayanlarda kendilerinde nereden geldiğini  bile bilemedikleri bir kızgınlık ve öfke belirtisi olabilir.

Burun ve boğaz enfeksiyonlarına sıkça yakalanan ve şiddetli grip olan insanların kendi içlerinde yaşadıkları önemli konulardaki tezatlıklar sonucunda bağışıklık sistemlerinin düşmesi ile oluştuğu söylenebilir.

6. Bölge 3 göz çakrasının olduğu yüz bölgesini  ve burundan yukarı olan kısımda yer alan hipofiz bezinin olduğu bölgeyi kapsar. Hipofiz  bezi bedenimizdeki tüm bezlerin yöneticisidir. Bu bölgedeki enerjinin frekansı çok yüksektir ve titreşimi de çok yoğun olur. Alın bölgesindeki bu merkez aynı zamanda fiziksel güç ve kabiliyetlerimizin de geliştiği merkezdir. Bu bölgedeki önemli rahatsızlıklardan biri de sinüzit ve burun ile ilgili hastalıklardır. Etrafında olan bitenlerdeki iyiliği ve sevgiyi görmek yerine sürekli eleştirilecek ve yargılayacak şeylere odaklanan daha çok bunları hisseden kişilerde görüldüğü tespit edilmiştir. Horlama eski düşünce kalıplarından çıkamayan  yaşam ve kendi ile ilgili farkındalığı daha az olan kişilerde sık sık ortaya çıkabilir. Sağırlık veya kulaklardaki sorunlar genelde inatçı kişiliği olan ve kendini uzaklaştırmak isteyen kolaylıkla kendini reddedilmiş hissedenlerde görülebilir.

Duyduklarını çok fazla ciddiye alan bu kişilikler aynı anda şiddetli bir kızgınlık içinde de olabilirler. Başkaları ile empatik bir ilişki kurmayı deneyip daha çok sevgiyle yaklaşmaları onların iyileşmelerine yardım eder. Gözlerdeki problemler genelde küçük yaşlarda oluşanlar veya orta yaşlarda ortaya çıkanlar olarak ikiye ayrılabilir. Küçük yaşlarda yaşanan görme problemleri ailedeki gerginlik ve stresin dışa vurumudur. Sistemin en masum üyesinde ortaya çıkar.Ya da çocukluk korku ve endişeleri görme ile ilgili sorunlar oluşturur. Ancak orta yaşlarda ortaya çıkan görme problemleri daha çok   hayatındaki önemli şeyleri kaybetme korkusu ile ilgilidir. Uzağı görememe gelecek endişesi   ile ilgiliyken yakını görememe ise şimdi ve şu anda  hayatında gördükleri onu gelecek adına endişelendirdikçe oluşur. Bir türlü kendi güzelliğini ve ihtişamını göremeyen ve inanamayanlarda ise astigmat oluştuğu söylenebilir.

Kısaca baktığımızda görme sorunlarının her türlüsü endişe , kaygı , korku ve tedirginlik duygularının yarattığı stresler sonucudur. Ne ilginçtir ki alın bölgesinde yer alan burun , boğaz , kulak ve gözler gibi uzuv ve organlar en çok çocuklukta etkilenmekteler. Çünkü alın bölgesi aslında var olmayı , varlığımızı temsil eder. Duyarlı ve saf olan çocukluk döneminde , o yaştakiler etraflarında görüp , işitip , hissettikleri çeşitli olumsuzluklardan müthiş etkilenirler ve bunu ifade edemedikleri ve bu şekilde var olmak onları zorladıkça bu bölgedeki organlarda çeşitli hastalıklar oluşur. Özellikle aile ortamında oluşan çeşitli olumsuzlukları saf ve sevgiye muhtaç olan çocuklar sevgisizlik olarak algıladıkça daha sık hastalanırlar. Onlara yetişkin dünyasında olan bitenin tüm uyumsuzluğuna ve olumsuzluğuna rağmen onları her daim sevdiğimizi söylemek ve ilgilenmek onları rahatlatabilir ,  dünya ve çevreye uyum sağlamalarını kolaylaştırır.

Alın bölgesinde sık sık karşımıza çıkan bir diğer problem ise baş ağrısıdır. Baş ağrısının en önemli nedeni bir durum veya olayın veyahut bir kişinin insan üzerinde baskı yaratmasıdır. Bu baskıya çeşitli nedenlerle katlanan kişi beraberinde baş ağrısı çekmeye başlayabilir. Alın bölgesinde oluşan bir baş ağrısı , kişinin  kafasını fazlasıyla yorarak iyi veya kötü mü yapıyorum endişesinin bir ifadesi olabilir. Gelecekten endişelenen ve oluşabilecek şeylerle ilgili bir an önce sonucu görmek isteyenlerde baş ağrısı daha yaygındır. Ancak bu konuda daha da önemli olan ,alın bölgesinde baş ağrısı çeken kişilerin sürekli kendini eleştiren , yargılayan ve kendini kolay kolay takdir etmeyen kişilikler olduğu  sık rastlanan bir bulgudur.

Bu bölge aslında kutsal bölge olarak adlandırılan cinsel enerjinin merkezi 2. çakraya direk bağlıdır. Bu yüzden genelde migren ağrılarının nedeni cinsel hayattaki tatminsizlik ve dolayısı ile yaratıcılıktaki tatminsizlik olarak tespit edilmiştir. Öncelikle , migren şikayeti olanların hayatlarını yaratmaları için kendilerine güvenmeleri ve inanmaları önemlidir. Başkalarına bağımlı olduklarını zannetmekten vazgeçmeliler. Örneğin: İstemediği  bir işi yapmak zorunda hisseden birisi , hayatta seçimi olmadığına inanabilir. Ancak kendini güçlendirip , güvenirse harekete geçebilir ve işini değiştirme sürecine girer. İşte böylece hayatını yaratmaya başlar.

Depresyon son yıllarda büyük bir sıklıkta yetişkin yaşamında daha çok ortaya çıkan psikolojik bir rahatsızlıktır ve bu enerji merkezi ile ilgilidir. Yaşam sevinci ve isteğini kaybetmek ve kendini gereksiz , önemsiz , değersiz ve suçlu hissetmek ile doğrudan ilintilidir. Bireyselliğin ve  kendi düşüncelerinin tamamen bozulduğu bir zihin durumudur. Kendine güven ve değer duygularının sarsıldığı bu rahatsızlığa sığınarak yaşamında baş etmesi gereken sorunlardan kaçmayı da kolaylaştıran ruhsal bir hastalıktır .Kendini ve özünü sevmenin ne olduğunu anlamak ve içindeki yaratıcı benliği bulmak bu hastalığı yaşayanların ilk başta yapması gerekenlerdir.

7. enerji merkezi baş ve başın tepesini kapsayan bölgedir. Bu bölge ‘’pineal ‘’ bezinin yer aldığı  insan bedeninin  özel bir kısmıdır. İnsan için kendinin de Tanrının  bir yansıması olduğunu  ve yaratıcının ( co creator ) yardımcısı ve temsilini ifade ettiğini anlamanın  ve aydınlanmanın merkezidir.

Beyin tümörleri bu bölgede oluşan  ciddi  rahatsızlıklardır. Eski düşünce ve bakış açılarını inatla değiştirmek istemeyen  kişilerde oluştuğu bilinmektedir. Ruhunun ihtiyaçlarına rağmen farklı davranarak kendini aşırı zorlayanlarda  daha kolay ortaya çıkmaktadır. Bu durumda beyin bedenin ihtiyaçlarını hiçe sayarak davranmaya başladıkça hastalanmaktadır.

Psikoz , nevroz ve şizofreni gibi hastalıklar metafizik açıdan bakıldığında kişinin tamamen kendi benliğinden uzaklaşma  ya da kabullenememesinden kaynaklanır. Kendi doğasını anlamamak  ve kendini başka bir varoluşa  teslim etmekle ilgilidir. Benliğinin hiçbir  parçasını olduğu gibi kabullenememektir. Kendini benliğini bir başka kişilikte yaşamak istemektir. Bu tür akıl hastalıkları olan kişiler genelde çok zeki olup kendi doğasını kabullenmeyerek sürekli insanın doğasını anlamaya çalışıp durmaktadırlar. Çok yüksek düzeyde yaşadıkları anksiyete ( korku, kaygı , endişe , heyecan ) yüzünden tüm dünyayı güvensiz , kabul edilemez ve tehlikeli bulurlar. İçlerindeki tanrısallığa asla inanmazlar ve kötüyü insana dair olarak görmeyip şeytani güçlere (dış güçlere)  mal ederler. Böylece Tanrı bilincinden çok uzaklaşıp dıştaki güçlerin varlığına inanıp sürekli tüm dünyayı kontrol etmeye kalkarlar. Üst beden çakraları çok fazla etken olurken kök çakraları ve cinsel çakraları sürekli kapalıdır. Ne zaman ki yoğun olumsuz duygular yaşarlar , enerji bedenlerinde sanki bacakları ve  kalçaları ayrışır.

Bu tür hastaların beslenme diyeti mutlaka her türlü şekerden uzak olmalıdır. Hiçbir bilginin (kitap, tv, dvd…vs) onları uyarmadığı ortamda olmalıdırlar. Sürekli enerjilerini topraklamak ve kök çakralarını açmak için  açık havada ve toprak üzerinde bazı aktiviteler ( bahçecilik , çiçekçilik gibi) onlara çok iyi gelir. Ve sürekli sevgi ortamında olmalıdırlar. Sevdikleri tarafından şefkat ve anlayışla sarmalanmalıdırlar. Delilik olarak adlandırdığımız tüm diğer akıl rahatsızlıkları aslında keskin bir biçimde hayattan kopma isteği ile ilişkilidir.

Menenjit hastalığına yakalananların ortak noktaları özellikle aşırı hassasiyet ile olaylara tepki veren , dramatize  eden kişiler olmalarıdır. Aynı  ağır  ateşlenmelerde olduğu gibi  yoğun bir kızgınlığın sonucu oluşan bir tepkileri de menenjit olabilir. Önemli olan bu hastalıkta kişinin artık çevresinden çok kendinin kendinden sorumlu olduğunu fark edip başkalarının mutluluğundan sorumlu olmadığını anlamasıdır.

Epilepsi (sara hastalığı) ülkemizde sıklıkla ortaya çıkan kronik bir rahatsızlıktır. Ataklar halinde ortaya çıkan bu hastalığın duygusal sebepleri daha çok cezalandırıldığına inanmak veya yaşadığı hayatı  ret edip içinde şiddet duyguları beslemek ile ilgilidir. Belki şiddet gören bireylerde ortaya çıkabilmektedir. Veya birisine karşı aşırı şiddet duyguları  beslemekle ilgili olabilir. Bu durumda kişi kendini o kişi yerine cezalandırılmış hissedip tamamen kimliğini ret edebilir. Genelde çok yumuşak görünebilen kişilerde oluşurken bu tiplerin içlerinde büyük bir tezatlık yaşadıkları anlaşılmaktadır. Bu  rahatsızlık genelde çocukluk döneminde başlar, çekirdek aile içinde yaşanan olay ve ebeveyn tutumlarının sonucunda çocukta oluşan , bu tür duygusal sorunların dışavurumudur. Son olarak 7. çakra bölgesinde yer alan saçlarımız ve başımızın saçlı derisi ile ilgili bir çok problem genelinde psikosomatik olup bir çok kişi tarafından o ya da bu şekilde hayatının belirli dönemlerinde yaşanabilir. Saçlarımız  bizi kozmik enerjiye bağlayan antenlerdir. Saç dökülmesi yaşamın ve kendilerinin ilahi ve manevi güçlerini fark  etmeyip , yoğun endişeler yaşayarak hayatın materyel yönü ile çok meşgul olanların karşılaştığı bir sorundur. Yaşam mücadelesi verdiğine  inanıp , olaylar karşısında  kendini çaresiz hissedenler ve sürekli hayatı kontrol etmeye çalışan   kişilerde saç dökülmesi çok sık yaşanabilir.

Bu durunda kişinin sakin olması ve yaşamın aslında bizim daha iyi olmamız için , daha çok sevgi enerjisi ile olayları kucaklamamız için var olan bir itici güç olduğunu anlaması önemlidir. Elimizden gelenin en iyisini yapmak için huzurlu bir noktadan  baktığımızda kendiliğinden yaratıcı çözümler üretebildiğimizi görebiliriz. Önemli olan yaratıcılığımızı ortaya koyarak çözümler üretmek ve evrensel itici güce inanmaktır.

Bu çakra bölgelerinin her birinde oluşabilen , sadece bir alana özel olmayan diğer hastalıklar ile ilgili yazılarıma önümüzdeki günlerde devam edeceğim. Şimdilik  sevgiyle kalın….

 

 

 

Ses Ritim ve Hareket Yolu ile Farkındalık

Trans Dans

“Düşünce ve deneyim eş zamanlı gerçekleştiği zaman bilinç değişmeye başlar. Yani Trans Dans mükemmel bir çözücüdür.”

Beden hareketleri tümüyle kelimesiz iletişimin bir modelidir. Bilincin kelimesiz ifadesidir. Beden hareketleri (dans) aslında gerçek hayatta bildiğimiz gerçekliğin kelime kullanmadan açığa çıkarılması şeklidir. Ancak sezgisel (kasıtsız) hareket görünmeyen güçler tarafından yönlendirilenden biraz daha zorlayıcı bir dans formudur ve bizim bireysel, kasıtlı irademiz tarafından kontrol edilemez.

Sezgisel dans eksik anlayışın ifadesidir. Yaratıcılığın derin hareketidir. Sezgisel hareket yeni bir lisan formu geliştirir. Ancak sezgi kesinlik değildir, farklı dereceleri vardır. Bazı insanlar diğerlerine nazaran daha sezgisel olabilirler. Burada sorulması gereken soru “sezgilerimi bu manevi dünyaya girebilmek için nasıl geliştirebilirim?”. Cevap basittir… Kendinizi harici belleğinizde, yani “gerçeklik ”de, tutmak için kullandığınız organik hislerinizden ayırmaya gönüllü olmanız gerekir. Bu da gördüğünüz, duyduğunuz, hissettiğiniz her şeyin gitmesine izin vermenizle olacaktır. Bunu yapmak içinizde haberdar olmadığınız o boşluğa ulaşmanızı sağlayacaktır. Buna da trans denir.

“eğer içinizdeki otantik ruhsal hayatı beslemeyi seçiyorsanız, üzerinde ‘bilmiyorum’ yazan kapıyı seçmelisiniz. ‘bilmiyorum’ için kullanılan diğer kelime ‘gizem’ dir”

Trans Dans Deneyimi doğrusal olmayan gizem dünyasının girişidir. Bu dünya belli bir yere benzemektense daha çok genişletilmiş zaman gibidir. Bu doğrusal olmayan dünyaya giriş için Trans Dans farklı yöntemler geliştirmiştir ve bunlardan bir tanesi de ritimdir. Bazen bu ritim kalp atışlarımız kadar basit ve hafiftir. Bazen ise bu ritimler karışıklık barındırabilir ve zihinsel becerilerimiz ile karşı koyma çabalarımızı bastırabilir. Yani dirençlerimizi korumaya yarar. Bize herhangi bir alternatif yol bırakılmamasına rağmen içimizde inzivaya çekilmemiz sonsuzluktur. Aslında bu sonsuzlukta herhangi bir fiziksel kural yoktur. Orada bizler çok daha temiz bir şekilde hissedebilir ve algılayabiliriz. Çünkü zaman ile ilişkimiz yoktur, hem geçmişe hem de geleceğe yolculuk edebilme becerimiz vardır. Böyle zamanlardaki tecrübelerimiz insani anlayışların çok ötesindedir. Herhangi bir idrak yeteneği gerekli değildir, çünkü idrak etmeye çalışmak alacağımız mesajları derin bir şekilde saptırmaktadır. Ruhumuz ile eşsiz bir ilişkiyi çok yüksek bir formda yakalamış oluruz… İzah edilen mesaj ancak dans edenin kendisi tarafından anlaşılabilmektedir.

Neden Karanlık

“Doğadaki her canlı elementler gibi insanlar da büyümelerini ışıkta, değişimlerini karanlıkta yaparlar”

 

İnsanlar 4 dominant algıyı veya sezgiyi yönetmektedir; görsel, işitsel, kinestetik, dokunma. Genellikle görsel algı duyusu, diğer 4 duyuyu domine ve ambale eder. Ancak buna istisna olan görme engelli kişilerdir. Söylemlerine göre onların diğer 4 duyularının algısı beklenenden daha fazla açıktır. Bunun yanında körlüğün sezgi olarak adlandırdığımız 6. Hissi beslediği de gözlemlenmiştir, özgünlüğü ve gerçekliği önemli ölçüde ortaya çıkartabilirler.  Trans Dans deneyiminde bu genişlemiş duruluğu elde etmeye çalışır. Bunu yapmak için de basit gereçler kullanarak geçici süreliğine karanlık yaratılır. Şamanik bakış açısına göre bu karanlık bir gölgedir. Metamorfoz olarak bu gölge farkında olmadığımız benliğimizi temsil etmektedir. Şamanik bakış açısını yaşamak için ilk amacımız gölge benliğimizin yeniden uyanışı olmalıdır… veya ruhumuzun evrimi.

“karanlığın inzivasında dans ederken, çözülemeyecekmiş gibi gözüken problemlerimizin çözümlerinde benzer gerçekliklerini keşfederiz.”

Trans Dans çalışma tekniklerinden bir diğeri de gözleri kapamak için kullanılan göz bağıdır. Trans dans ritüellerinde karanlık en önemli şart olduğu için, eski antik dönemlerde bu ritüeller özellikle geceleri yapılmaktaydı. Karanlık özel süspansiyon veya ‘zamanı durdurma’ hissi yaratmaktadır, durumu değiştirmek veya trans durumuna geçmek kişinin kendinden başka kimsenin olmaması durumudur. Bu içsel yolculukta ruhumuz ile bağ kurabiliriz ve böylece de gerçek ortaya çıkar. Göze bağlanan bandana ruhsal bir araç olur ve katılımcıların rahatsız edilmesini önleyerek deneyimlerine en zengin şekilde şahit olmalarını sağlar.

Bilimsel açıdan bakıldığında ise, insanların gözleri duyumsal açıdan direk beyine bağlı olan tek organlarıdır. Bu kadar güçlü bir görsel güç varken de diğer hislerimizden faydalanmamız oldukça zorlaşır. Ancak görme becerimizi askıya aldığımız zaman gerçekten görmeye başlayabiliriz. Eğer bütün diğer duyularımız görme duyumuz kadar kuvvetli çalışsaydı, geleceği görme yetisine bile sahip olabilirdik. Bu bakış açısını anladığımız zaman “ışıktan kör olmak” deyiminin anlamı da bizim için güçlenecektir. Bize sadece geçmişimizden imgeler gösterebilen tek bir duyu yetimize bu kadar fazla yüklenirsek, ancak ruhsal olarak sakat bir hale geliriz. Ancak gerçekten arınmak, gelişmek ve ruhumuzun evrim yolculuğuna katkıda bulunmak istiyorsak; böylesine güçlü deneyimleri yaşayarak iç dünyamızın derinliklerini keşfetmeliyiz.

Picture
KENDİLİĞİNDEN YARATICILIK VE IŞIKLA BULUŞMA

“Hayatta çözüm diye bir şey yoktur. Sadece hareket halinde olan güçler vardır. Bu güçleri uyandırdığınız anda, çözümler kendiliğinden gelecektir.”
Antoine de Saint-Exupery
(Küçük Prens’in Yazarı) 
Bu güçler bizde var olan ancak uyandırılmayı bekleyen içsel kaynaklarımız ve doğamızda var olan yasalardır. Bunların varlığını fark ettiğimiz ve dönüştürmeye başladığımızda yaşamımızdaki değişiklikler bizi şaşırtmaya başlar. 
Evet hayat biz isteklerimize ulaşmak için çabalarken başımıza gelenlerle baş etmek zorunda bırakır bizi, ancak tüm bunların da üzerine çıkabilmenin mümkün olduğu ve dileklerimizin bir bir oluştuğu dönemler vardır. Böyle dönemleri, dönüşüm zamanı diye tarif edebiliriz. 
Gerçekten hayatın “dönüşüm zamanına” geçebilmesi için neler yapabiliriz? Bu yazımda sizin ile bunları paylaşmak istedim. Biliyorum bu konularda son yıllarda o kadar çok yazı, kitap ve öneri ortaya çıktı ki sizler de hangisinin gerçekten işe yarayabileceğini bilemez oldunuz. Bazıları çok doğru ifade edilmiş yanlış veya eksik bilgiler, bazıları ise eksik veya yanlış ifade edilmiş doğru bilgiler… Her ne olursa olsun tüm bunların ışığında ve ötesinde biz ‘YARATICILIĞIMIZI’ ortaya koyarak kendi hayatımızı oluşturabilecek güçte tanrısal varlıklarız. Evet, bilinçdışında bir noktada Tanrı Bilinci ’ne bağlı, yüksek benliğimiz aracılığı ile Evrensel zihin ile bağlantıdayız. Ancak bu çok yüksek frekanstaki enerji boyutlarına uyum sağlamamız hayatımızın bir çok alanında imkansızlaşıyor. Egomuzun sağlıksız, derinliksiz ve çeşitli defalar erozyona uğramışlığı zihnimizi negatifleştirdiği gibi bun bağlı olarak da duygularımızı olumsuz etkiliyor. Bunlardan dolayı bir türlü kendini gerçekleştiremeyen/evrim yapamayan ruhumuz acı çekerken düşünce kalıplarımız her geçen gün daha da negatifleşiyor. Bu durum olduğu gibi hayatımıza yansıyor ve biz bir türlü istediklerimizi yaratamaz ve baş edemez oluyoruz. 
Kontrollü yaratıcılıktan çok kendiliğinden yaratıcılığa ulaşmamız gerekiyor. Ancak kendiliğinden yaratıcılık bizi hayatın “dönüşüm zamanı” na taşıyabilir. 
Öyleyse kendiliğinden yaratıcılık nedir?
Öncelikle düşünce ve duygularımızın da güçlü enerji formları olduğunu bilirsek, onların frekans ve rezonansları ile ilgilenebiliriz. Ve düşünce ve duygularımızın frekanslarını yükseltmekle başlayıp, evrensel zihin ile rezone etmesini sağlamak bizim bu hayattaki en önemli misyonumuz olmalıdır. Ancak bu şekilde yüksek enerji boyutları ile aynı titreşim seviyesini yakalayabilir ve ruhumuzun kendini gerçekleştirmesini sağlayabiliriz. Bu da hayatın her alanında kendimizi olduğu gibi kabul etmek, SEVMEK ve DEĞER vermekle oluşmaya başlar. 
Hayata ve kendimize dair her şeye korku ve kaygı yerine SEVGİ ile bakabilme gücümüzü harekete geçirmek en önemli işimizdir. 
“Kendiliğinden yaratıcılığı” hayata geçirirken “dönüşüm zamanını güçlü bir şekilde tetikleyen ışık” tan faydalanabiliriz. 
Işık sevgidir. Her şeyi ve öncelikle kendini sevme gücünü yaşatır. Sevgi enerjisinin kaynağı gibidir. Işık, evrendeki en büyük güçlerden biridir. Onu her yerde olabilen bir canlı varlık olarak düşünebiliriz. Kudretli bir dönüştürücüdür. Yeni yıla girerken bu seneden beklentilerinizi yaratabilmek için öncelikle arınmak, geçmişin olumsuz izlerini bırakabilmek ve geleceğe olumlu düşünce ve duygularla bakabilmek gerekir. Işık enerjisi bu yolda size yardımcı olacaktır. Işığı kudretli bir dönüştürücü olarak kabul edebiliriz. Bundan dolayı evrenin içinden geçmekte olan ışık dalgası o kadar çok değişim yaratmaktadır. Işık titreşimimizi yükseltebilir, olumlu düşüncelerimizi güçlendirebilir ve kalbimizi açabilir. 
Onunla bağlantı kurup, onun bu gücünü pozitif amaç ve dileklerimiz yönünde harekete geçirebiliriz. Böylece hem kendimizi, hem de çevremizi onurlandıran hayırlar yaratabiliriz. 
Işıkla Yaratma Meditasyonu
Bu meditasyonun amacı, ışığı kendine nasıl çağıracağını, kendini ışıkla nasıl dolduracağı ve ışığı nasıl yayacağını öğrenmektir. 
Adımlar: bu meditasyon için Yüksek Benlik haline geç.
1. Işığı çağırman ve kendinizi onunla doldurman için:
a) Enerjini mümkün olduğunca güzelleştirdiğini imgele. Bunu yaptığını imgelemen, onu güzelleştirmek için gerekli olan tek şeydir. Enerjini güzelleştirirken, seni daha rahat ettirecek, daha derin soluk alabilmene ve enerjinin omurgan boyunca akışına olanak verecek herhangi bir duruş değişikliği yapabilirsin. 
b) Derin bir soluk al ve ışığı davet et. Işık senin çağrına derhal yanıt veren bir canlı bilinçtir. O, bırak omurgana girsin; omurganı başının yukarısından başlayan ve ayaklarından aşağıya kadar uzanan ışık dolu bir çubuk gibi hayal et. Omurgandan dışarıya bedenine doğru ışık yay (yayılsın). Fiziksel düzeyde daha çok ışık tutabilmen için bedeninin her yerinde ek ışık hatları imgele. Hücrelerinde, DNA’na ve sonra bedenindeki atomlara ışık yolla. Tüm bedenini ışıkla doldur. 
c) Bu ışığa hayal edebildiğin en güzel rengi ver. O ne renktedir? Onu altın sarısı mı, yoksa beyaz ya da mavimsi – beyaz renkte mi hayal ediyorsun? Bu ışığın yoğunluğunu ve parlaklığını kendine uygun gelecek şekilde ayarla. 
d) Bu ışığı tüm çevreni saran, başından yukarı, ayaklarından aşağı uzanan bir küre ya da koza gibi hayal et. Bu ışığı bedeninden dışarı, odanın içine doğru yay. Işık küreni öylesine genişlet ki bütün odayı doldursun ve öteye geçsin. Sonra onu öylesine küçült ki bedenine tıpatıp sığıp yerleşecek kadar olsun. Işık kürenin tam sana uygun olması için ne büyüklükte olması gerektiğine karar ver. Kürenin belli, net bir sınırı var mı, yoksa sınır tedricen zayıflayarak mı kayboluyor? Eğer net bir sınırı varsa, oda içinde nerede son buluyor?
2. Işık Yaymak
Işığı kendine çağırıp, ışıkla dolduktan sonra, birçok farklı şeye ışık gönderebilirsin. Fikirlerine, geleceğe, daha yüce amacına, bedenine, düşüncelerine ve duygularına. Işık gönderdiğin şeyin enerjisini daha yüksek, daha süptil bir titreşim frekansına dönüştürürsün. Değiştirmek istediğiniz bir durum içindeyken, ışık yay ya da diğer insanlara yardım etmek üzere onlara ışık gönder. 
a) Kendisine ışık göndermek istediğin bir kişiyi düşün. Bu kişiye bütün bedeninden ışık yolla. Bunun nasıl bir duygu olduğunu hisset. Daha sonra, ışığın gözlerinden, ellerinden ya da kalbinden doğruca bu kişiye gittiğini hayal et. Işık göndermek için sana en rahat ve doğru gelen yolu kullan. 
b) Işık göndermek istediğin bir şeyi düşün. Işığı çağır ve kendini ışıkla doldur. Kendini bir kristal kadar berrak hayal et, böylece saf bir ışık aktarıcısı olabilirsin. Sonra ışığı, seçmiş olduğun şey her ne ise ona gönder. Daha sonra ışığı kalbinden ve sonra tüm bedeninden doğru bu şeye yolla. Işığı göndermek için sana en rahat ve doğru gelen yolu kullan. 
c) Işığı göndermek istediğin başka şeyleri de düşün, dünya barışı, yerküre, hayvanlar veya her ne istersen. Işık yollarken, kendi ışığının daha parlak ve güzel hale geldiğini fark etmeye çalış. 
d) Sen şimdi, ışığı nasıl çağıracağını, kendini ışıkla nasıl dolduracağını ve nasıl ışık yayacağını öğrenmiş bulunuyorsun.

Powered by Create your own unique website with customizable templates.