
GÜVENLİK DUYGULARINI GELİŞTİRMEK
Polyvagal Teori
Son dönemde dünyada ve ülkemizde yaşanan pandemi koşulları ve yasaklar hayatımızın çeşitli alanlarında korku ve kaygılarımızı arttırırken umutsuzluk, günlük hayatta yaşanan çaresizlik duygularından dolayı da mutsuz, sıkıntılı ve depresif toplumlar yarattı. Gelecekte, belki bugün yaşananlarda depresyon pandemisini oluşturacak. Tabii ki bu durumda insanların temel güvenlik duygularının yeniden inşa edilmesi ve psikolojik dayanıklılıklarının arttırılması şimdi ve burada gereklidir. Bunun için öncelikle korku ve kaygılarımızla baş etme becerilerimizi nasıl geliştirebiliriz sorusuna cevaplar bulmalıyız. Son dönemde bilim dünyası bu konuda Dr. Stephen Porges’in vagus sinir yolları üzerinde yaptığı araştırmalardan ve buna dayanarak ortaya koyduğu Polyvagal teoriden yararlanıyor. Yani şimdilerde korkularımız ile baş etmenin yolu Polyvagal teoriyi anlamak ve günlük hayata uygulamaktan geçiyor. Dr. Stephen Porges tarafından bilim dünyasına tanıtılan bu teori, bedenimizin otonom sinir sisteminin bir parçası olan vagus sinirinin, yani nörolojik algı sistemimizin çalışma mekaniğinin keşfedilmesi ile başladı.
Otonom sinir sistemi, kendi irade ve gayretimizi göstermeden bedenimizi işleten sistemdir. Sindirim, solunum, kalp ve damar ve vs…gibi sistemlerin bizim tamamen kontrolümüzün dışında çalışmasını sağlayan yapılanmadır. Ayrıca otonom sinir sistemi beynimize güvende olup, olmadığımızı ileten sistemdir. Yani nörolojik algı sistemimizi yönetir. Otonom sistem beyin sapımıza sinyaller ile güvende olup olmadığımızı iletir. Beyinde de bu mesajlar farklı bölgelere giderek beynin eylem planı yapmasına neden olur. İşte otonom sistem ile beyin arasında ki bu iletişim vagus siniri sayesinde olur. Vagus siniri çok önemli bir sinir yoludur. Beden ile beyin arasındaki ulaşımı sağlar. Bedenden beyine %80 bilgi aktarır, beyinden bedene de %20 oranında bilgi ulaştırır.
Otonom sinir sistemi geçmişte 2 parçalı, sempatik vs. parasempatik sistemler olarak açıklanırdı. Ancak Dr.S. Porges’ın çalışmalarından sonra 3 parçalı bir sistem olduğu anlaşılmıştır. Bu durumda otonom sinir sistemi:
-Aşağı kısmı donup kalma,tutulma tepkisinden sorumludur.
-Yukarı kısmı dinlenme ve sindirme tepkisinden sorumludur.
Bu sistemde özellikle aşağı dorsal vagus sinirinin çocuklukta veya yetişkinlikte yaşanan travmalarda gelişen donup kalma tepkisi en önemli etkidir. Psikolojide çocukluk travmalarının bizim sinir sistemimize işlendiği işte tamda bu tepki yüzünden söylenir.
Eğer yaşanan olumsuz bir olayda, sempatik sinir sisteminin kaç veya savaş tepkisi devreye giremez ise, aşağı dorsal vagus siniri devreye girer ve donar, sanki bir tutulum oluşur. Bu tutulma hali eğer farkındalık ve üzerinde çalışma gerçekleştirilemez ise yıllar boyu sistemde kalır. Bu sinir sisteminin donması yıllar içinde çeşitli hastalıklara sebep olur. Bazen de beyine karışık, ambivalan mesajlar yollayarak akıl hastalıklarına sebep olur.
Bu donup kalan dorsal vagal siniri tepkimesinden çıkabilmek için öncelikle ‘’GÜVENLİK’’ duygusunun inşa edilmesi gerekir. Yani ventral vagus sinirinin aktive edilmesi önemlidir. Amigdala organının bulunduğu beyin bölgesine bilinçdışı zihnin yeri diyebiliriz. Donup kalan bu vagus sinirinden bu bölgeye ikide birde çocukluktan itibaren ‘’ güvende değilim, kendim olmak veya hayat güvenli bir yer değil’’ mesajları geldiğinde biz korku ve kaygılar içinde huzursuz ve tedirgin hissederiz. Bu da ilk başta genele yaygın bir kaygı bozukluğu oluşturur. Sonrasında da çeşitli ruhsal ve fiziksel hastalıklara yol açar. Bu durumdan sıyrılabilmek için öncelikle güvenli koşulları oluşturmaya çalışırız ama en önemlisi ‘’içselleştirilmiş güvenlik’’ duygusunu kendi içimizde oluşturmaktır.
GÜVENLİK İNŞASI:
Nöroplastisite kişinin bazı yeterliliklere ulaşması için ona rehberlik etmekle ilgilidir. Bunlar sırası ile:
Ayrıca, böylesine insanlığı zorlayan dönemlerde birbirimize yardım edebilmek, çocuklarımızı geleceğe hazırlamak, ekonomik durumu bozulmuş ailelere destek olmak hepimizi daha iyi, verimli ve mutlu hissettirecektir. Yardımlaşma kişinin diğerleri ile bağ kurmasını, ait hissetmesini ve değerli bir uğraş ile meşguliyetini sağlarken içselleştirilmiş güvenlik duygularını inşa etmesine, venral vagus sinirini aktive etmesine yol açar. Böylece kaygı ve korkuları ile daha iyi baş edebilen bir kişi hayata güvenle bakarken, güvenli bir gelecek yaratabilir.
Son olarak bir İngiliz firma, Sensate Pebble II adlı ventral vagus sinirini aktive etmek üzere bir kolye yaratmış. Bu kolyenin belirli mhz’te çalan müzik ile birlikte her gün 10 dakika takılması öneriliyor. Belirli bir titreşim yayan bu kolyenin tanıtımını ilgilenenler YouTube’da bulabilirler.
Hepimize sağlık ve sevgi dileklerimle…..
Polyvagal Teori
Son dönemde dünyada ve ülkemizde yaşanan pandemi koşulları ve yasaklar hayatımızın çeşitli alanlarında korku ve kaygılarımızı arttırırken umutsuzluk, günlük hayatta yaşanan çaresizlik duygularından dolayı da mutsuz, sıkıntılı ve depresif toplumlar yarattı. Gelecekte, belki bugün yaşananlarda depresyon pandemisini oluşturacak. Tabii ki bu durumda insanların temel güvenlik duygularının yeniden inşa edilmesi ve psikolojik dayanıklılıklarının arttırılması şimdi ve burada gereklidir. Bunun için öncelikle korku ve kaygılarımızla baş etme becerilerimizi nasıl geliştirebiliriz sorusuna cevaplar bulmalıyız. Son dönemde bilim dünyası bu konuda Dr. Stephen Porges’in vagus sinir yolları üzerinde yaptığı araştırmalardan ve buna dayanarak ortaya koyduğu Polyvagal teoriden yararlanıyor. Yani şimdilerde korkularımız ile baş etmenin yolu Polyvagal teoriyi anlamak ve günlük hayata uygulamaktan geçiyor. Dr. Stephen Porges tarafından bilim dünyasına tanıtılan bu teori, bedenimizin otonom sinir sisteminin bir parçası olan vagus sinirinin, yani nörolojik algı sistemimizin çalışma mekaniğinin keşfedilmesi ile başladı.
Otonom sinir sistemi, kendi irade ve gayretimizi göstermeden bedenimizi işleten sistemdir. Sindirim, solunum, kalp ve damar ve vs…gibi sistemlerin bizim tamamen kontrolümüzün dışında çalışmasını sağlayan yapılanmadır. Ayrıca otonom sinir sistemi beynimize güvende olup, olmadığımızı ileten sistemdir. Yani nörolojik algı sistemimizi yönetir. Otonom sistem beyin sapımıza sinyaller ile güvende olup olmadığımızı iletir. Beyinde de bu mesajlar farklı bölgelere giderek beynin eylem planı yapmasına neden olur. İşte otonom sistem ile beyin arasında ki bu iletişim vagus siniri sayesinde olur. Vagus siniri çok önemli bir sinir yoludur. Beden ile beyin arasındaki ulaşımı sağlar. Bedenden beyine %80 bilgi aktarır, beyinden bedene de %20 oranında bilgi ulaştırır.
Otonom sinir sistemi geçmişte 2 parçalı, sempatik vs. parasempatik sistemler olarak açıklanırdı. Ancak Dr.S. Porges’ın çalışmalarından sonra 3 parçalı bir sistem olduğu anlaşılmıştır. Bu durumda otonom sinir sistemi:
- Sempatik sinir sistemi
- Parasempatik sinir sistemi
- Polyvagal sinir sistemi olarak açıklanmaktadır.
- Dorsal Vagus Siniri
-Aşağı kısmı donup kalma,tutulma tepkisinden sorumludur.
-Yukarı kısmı dinlenme ve sindirme tepkisinden sorumludur.
- Ventral Vagus Siniri
Bu sistemde özellikle aşağı dorsal vagus sinirinin çocuklukta veya yetişkinlikte yaşanan travmalarda gelişen donup kalma tepkisi en önemli etkidir. Psikolojide çocukluk travmalarının bizim sinir sistemimize işlendiği işte tamda bu tepki yüzünden söylenir.
Eğer yaşanan olumsuz bir olayda, sempatik sinir sisteminin kaç veya savaş tepkisi devreye giremez ise, aşağı dorsal vagus siniri devreye girer ve donar, sanki bir tutulum oluşur. Bu tutulma hali eğer farkındalık ve üzerinde çalışma gerçekleştirilemez ise yıllar boyu sistemde kalır. Bu sinir sisteminin donması yıllar içinde çeşitli hastalıklara sebep olur. Bazen de beyine karışık, ambivalan mesajlar yollayarak akıl hastalıklarına sebep olur.
Bu donup kalan dorsal vagal siniri tepkimesinden çıkabilmek için öncelikle ‘’GÜVENLİK’’ duygusunun inşa edilmesi gerekir. Yani ventral vagus sinirinin aktive edilmesi önemlidir. Amigdala organının bulunduğu beyin bölgesine bilinçdışı zihnin yeri diyebiliriz. Donup kalan bu vagus sinirinden bu bölgeye ikide birde çocukluktan itibaren ‘’ güvende değilim, kendim olmak veya hayat güvenli bir yer değil’’ mesajları geldiğinde biz korku ve kaygılar içinde huzursuz ve tedirgin hissederiz. Bu da ilk başta genele yaygın bir kaygı bozukluğu oluşturur. Sonrasında da çeşitli ruhsal ve fiziksel hastalıklara yol açar. Bu durumdan sıyrılabilmek için öncelikle güvenli koşulları oluşturmaya çalışırız ama en önemlisi ‘’içselleştirilmiş güvenlik’’ duygusunu kendi içimizde oluşturmaktır.
GÜVENLİK İNŞASI:
- Çevresel güvenlik,
- İçsel güvenlik,
- Zorlayan ve korkutan hayat olay ve koşulları ve birlikte kalabilme hali yerleştirilerek oluşturulur.
Nöroplastisite kişinin bazı yeterliliklere ulaşması için ona rehberlik etmekle ilgilidir. Bunlar sırası ile:
- Yaşam biçimini farklılaştırmak hayata olan güvenimizi yükseltir.
- Sağlıklı beslenme
- Spor alışkanlıkları kazanma
- Doğru nefes almayı öğrenme vs…
- Nöromodulasyon, bizi zorlayan, hissetmek istemediğimiz duyguları yönetebilme yetisini geliştirmek, kendimize olan güvenimizi artırır.
- Nörostimülasyon, bedenimizi konfor alanından çıkartabilme yetisi kazanmak. Spor yaparken veya bir işi tamamlarken bedenimizi sağlığımıza zarar vermeden zorlayabilmek. Böylece gücümüzü artırabilmek.
- Nörorelaks olmayı öğrenme. Örneğin, otojenik rahatlama refleksini kazanmak. Bedensel uzuvlarımızı rahatlatma, sakinleştirmek.
- Nörodiferentiation, mindfulness ya da meditasyon çalışmaları ile zihni sakinleştirmek, odaklanmak, yenilenmek, aydınlanmak gibi yetileri kazanmak.
Ayrıca, böylesine insanlığı zorlayan dönemlerde birbirimize yardım edebilmek, çocuklarımızı geleceğe hazırlamak, ekonomik durumu bozulmuş ailelere destek olmak hepimizi daha iyi, verimli ve mutlu hissettirecektir. Yardımlaşma kişinin diğerleri ile bağ kurmasını, ait hissetmesini ve değerli bir uğraş ile meşguliyetini sağlarken içselleştirilmiş güvenlik duygularını inşa etmesine, venral vagus sinirini aktive etmesine yol açar. Böylece kaygı ve korkuları ile daha iyi baş edebilen bir kişi hayata güvenle bakarken, güvenli bir gelecek yaratabilir.
Son olarak bir İngiliz firma, Sensate Pebble II adlı ventral vagus sinirini aktive etmek üzere bir kolye yaratmış. Bu kolyenin belirli mhz’te çalan müzik ile birlikte her gün 10 dakika takılması öneriliyor. Belirli bir titreşim yayan bu kolyenin tanıtımını ilgilenenler YouTube’da bulabilirler.
Hepimize sağlık ve sevgi dileklerimle…..
Farkındalık Yaşamak Ve Hayatımızı Nasıl Yaratırız!
BİLUN ALTUNLU ARMAĞAN Yaşamınızdaki başarıyı ve mutluluğu sizin düşündüğünüz gibi zekâ, para, güzellik, cazibe, beceri, yetenek vs. gibi kaynaklarınız belirlemez. Sadece sizin inançlarınız; kendiniz ile ilgili ve olabileceklerle ilgili inançlarınız belirler. İşte zihninizdeki sınırlar bunlardır. Sınırlayıcı inançlarınız ikiye ayrılır: bilinçli olanlar ve tamamen bilinçaltına yerleşmiş olanlar. Lakin bilinçli olanların farkındayızdır. Örneğin yeni bir işe başlarken bazı inançları geliştirebiliriz : “biraz gerginim, hafifçe korkuyorum, başaramayabilirim” gibi. Bu ve benzeri şeyleri söyler ama bunlarla baş edebilecek ve bize güç verebilecek cümleler söyleyerek kendimizi daha iyi hissettirir ve yolumuza devam eder veya etmeme kararı alırız..... |
AYNA’YA BAKMAK
Senin yaşamın , oluşan olaylar ve hayatında olan kişiler senin aynadaki bir parçanı temsil ederler. Özellikle , gördüğünde seni rahatsız eden sana kendin hakkında en fazla şeyi öğretecek olanlardır. Çevreni bu bakış açısı altında algılamaya başlarsan ( evet bu bakış açısını kabul etmek işin en zor kısmıdır) ve bunu kalbinde hissettiğinde sanki orada bir kapı aralanır. Bu noktada alnının ortasında özellikle pineal bezi’nin orada enerji yoğunluğu oluşur ve zihnine ışığın dolduğunu hissedersin. İşte o an aydınlanma anıdır. Bunu deneyimleyebilmek farkındalığını ve yeni seni yaratman için bir adımdır. |
Ayna’ya Bakmak II.
Çevremize nasıl baktığımız kendimize nasıl baktığımız ile çok ilgilidir. Kendinizde bilinçli, bilinçsiz neleri görüyorsak, çevremizde de onları görmeyi seçeriz. Bu fark etmeden yaptığımız ve geliştirdiğimiz bakış açılarımızdır. Eğer kendilik fikrimiz olumsuz ve eksiklikleri görmek üzerine kurulu ise, diğer her şeyi de bu bakış açısından görmeyi seçeriz. Daha önce yazdığım gibi paradigmalarımızın doğrultusunda gelişen bilgi işleme yollarımız (neuropathways) bize neyi görüp, neyi görmeme konusunda sürekli rehberlik eder. FARKINDALIK YOLUNDA ‘’ İŞİTTİKLERİMİZ VE DİNLEDİKLERİMİZ ‘’
İşitme duyumuz bize kendimizi fark etmek yolunda önemli bir etkendir. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki insanların bir çoğu işittiklerinin ancak %10’u dinliyor. Yani bize önemli gelen ve işimize yarayacağını düşündüklerimizi dinliyoruz. Ya da bize anlamlı gelen , bizde olumlu / olumsuz duygular yaratan sesleri , sözcükleri dinliyoruz. Genelde modern toplum olumluyu duymaya pek alışkın olmayabilir. California’ da sadece iyi haberleri veren bir radyo üç gün içinde kapanmıştır. |
"Zihin Detoksu Yapmanın Yolları"
Zihninizi olumsuz düşüncelerden arındırmak için öncelikle düşüncelerinizi fark etmek ve nereden geldiklerini çözmek gerekir.Bu durumda profesyonel bir yardıma ihtiyaç duyabilirsiniz ancak kendi kendinize yapabileceğiniz bazı çalışmalarda sizde benzer etkiyi göstererek zihninizi dönüştürmeyi kolaylaştırabilir. Aşağıda paylaşacağım bazı çalışmalar bu yolda yardımcı olacaktır.
1) Öncelikle sabahları nasıl uyandığınızı gözlemleyin. Olumsuz, mutsuz duygularla mı kalkıyorsunuz? Veya neşesiz,keyifsiz mi sabahlarınız? O zaman zihninizden neler geçiyor,farkedin ve ilk zihninize geleni doğru kabul edin. Eğer negatif düşüncelerin hakim olduğunu görürseniz, hemen kendinize " bugün hayatımın en güzel günü olabilir" deyin. Her gününüzün yeni bir harika güne başlangıç olabileceğini düşünün. Tersi ispat edilmedikçe de bu söyleme inanmamanız için bir sebep olmadığını hatırlayın. Ve İNANIN!
Zihninizi olumsuz düşüncelerden arındırmak için öncelikle düşüncelerinizi fark etmek ve nereden geldiklerini çözmek gerekir.Bu durumda profesyonel bir yardıma ihtiyaç duyabilirsiniz ancak kendi kendinize yapabileceğiniz bazı çalışmalarda sizde benzer etkiyi göstererek zihninizi dönüştürmeyi kolaylaştırabilir. Aşağıda paylaşacağım bazı çalışmalar bu yolda yardımcı olacaktır.
1) Öncelikle sabahları nasıl uyandığınızı gözlemleyin. Olumsuz, mutsuz duygularla mı kalkıyorsunuz? Veya neşesiz,keyifsiz mi sabahlarınız? O zaman zihninizden neler geçiyor,farkedin ve ilk zihninize geleni doğru kabul edin. Eğer negatif düşüncelerin hakim olduğunu görürseniz, hemen kendinize " bugün hayatımın en güzel günü olabilir" deyin. Her gününüzün yeni bir harika güne başlangıç olabileceğini düşünün. Tersi ispat edilmedikçe de bu söyleme inanmamanız için bir sebep olmadığını hatırlayın. Ve İNANIN!
BEDENİMİZ BİZE BİZİM NASIL BİRİSİ OLDUĞUMUZU ANLATIR.
Bedenimize nasıl bakıp,ne şekilde değerlendireceğimizi öğrenirsek bizim iç dünyamız hakkında bir çok şeyi yansıttığını fark edebiliriz. Sadece beden hareketlerimiz değil,bedensel şekillerimiz, yiyip-içtiklerimiz ve en önemlisi kronik ve akut hastalıklarımız bizim psikolojimizin ve içsel özelliklerimizin dışa vuran belirtileridir.
Bedensel şekillerimizi anlamayı ve sınıflandırmayı,fiziksel özellikleri ile psikolojik özellikleri arasında ki bağlantıları incelemeyi " morfoloji " ilimi sayesinde yapabiliyoruz. Morfoloji uzun yıllardan beri insanların ilgisini çekmiş ve araştırma konusu olmuştur. Özellikle ortaçağda insanların fizyonomilerinin karakterlerini ne kadar açıklayabileceği ile ilgili De Lescaut ve Cocles bir çok kitap yazmışlardır. Sonra ki yüzyıllarda da morfoloji hep ilgi çekmiş ve araştırılmıştır.
Bedenimizin farklı bölgelerindeki farklı şekil ve büyüklükler bizim kişilik özelliklerimizi ve psikolojik süreçlerimizi dışa vursa da tek tek ele alınarak incelenmezler. Bu özellikler göz önünde tutularak beden bir bütün halinde incelenir. Bir bedeni incelerken farklı parçaların şekillerinin ne anlam ifade edebileceği önemli bir katkı sağlar ancak bir insanın karakteri sadece burnunun şekline ya da ayağının genişliğine göre değerlendirilemez,tüm bedensel özelliklerinin bir sentezi oluşturularak değerlendirilir.
Bedenimize nasıl bakıp,ne şekilde değerlendireceğimizi öğrenirsek bizim iç dünyamız hakkında bir çok şeyi yansıttığını fark edebiliriz. Sadece beden hareketlerimiz değil,bedensel şekillerimiz, yiyip-içtiklerimiz ve en önemlisi kronik ve akut hastalıklarımız bizim psikolojimizin ve içsel özelliklerimizin dışa vuran belirtileridir.
Bedensel şekillerimizi anlamayı ve sınıflandırmayı,fiziksel özellikleri ile psikolojik özellikleri arasında ki bağlantıları incelemeyi " morfoloji " ilimi sayesinde yapabiliyoruz. Morfoloji uzun yıllardan beri insanların ilgisini çekmiş ve araştırma konusu olmuştur. Özellikle ortaçağda insanların fizyonomilerinin karakterlerini ne kadar açıklayabileceği ile ilgili De Lescaut ve Cocles bir çok kitap yazmışlardır. Sonra ki yüzyıllarda da morfoloji hep ilgi çekmiş ve araştırılmıştır.
Bedenimizin farklı bölgelerindeki farklı şekil ve büyüklükler bizim kişilik özelliklerimizi ve psikolojik süreçlerimizi dışa vursa da tek tek ele alınarak incelenmezler. Bu özellikler göz önünde tutularak beden bir bütün halinde incelenir. Bir bedeni incelerken farklı parçaların şekillerinin ne anlam ifade edebileceği önemli bir katkı sağlar ancak bir insanın karakteri sadece burnunun şekline ya da ayağının genişliğine göre değerlendirilemez,tüm bedensel özelliklerinin bir sentezi oluşturularak değerlendirilir.

BEDENİMİZ BİZE
BİZİ ANLATIR
3. BÖLÜM
YÜRÜYÜŞ BİÇİMLERİ : Bireylerin yürüyüş
şekilleri bize bir çok ipucu verse de tabiî ki karakterlerinin tüm
özelliklerini gösteremez . Ancak
gizli kalmış taraflarını açığa çıkarabilir.Örneğin kafası ve üst bedeni
,vücudunun geri kalanından önde giden birisinin aceleci olduğu ve
düşünmeden harekete geçtiği , önce yaptığını sonrada
tartmaya başladığını
varsayabiliriz. Bunun tam tersi
bir yürüyüşe sahip olanların ise , yani üst bedenlerini geride tutarak
hareket edenlerin ise çok fazla düşündüklerini , hatta düşünmekten harekete
geçemeyip bir çok fırsatı
kaçırdıklarını varsayabiliriz.
Sakin ve ölçülü adımlar atarak
yürüyenlerin ise dengeli , kararlı ve net bir zihne sahip olduklarını
düşünebiliriz.
Ancak
ağır ağır , bacaklarını açarak
ve göbeğini
çıkararak yürüyenlerin kendini fazla önemsemediklerini fark edebiliriz. Bunun
yanı sıra ağır ,
isteksiz adımlarla hareket edenler
ise kararsız , sıkıntılı ve
tembelliğe meyillidirler.
Cesaret edemez ve güvenli olmazlar tam tersine canlı ve
kıpır kıpır
yürüyenlerin ise yaşama sevinci olan ve çevresine ilgi ve merakla bakan
kişiler olduğunu anlarız. Dik ve kararlı adımlarla
yürüyen insanların
kendilerinden memnun
oldukları anlaşılır. Fakat kararsız , titrek adımlarla yürüyenlerin ise
çekingen , kaygılı ve gergin oldukları var sayılabilir . Hatta güvensiz ve
kendilerinden emin olmadıklarını
düşünebiliriz.

"Bedensel tüm sıkıntı ve hastalıklarımız bize bizi
anlatır"
Bedenimizde yaşadığımız rahatsızlıklar ve hastalıklar bize kendimiz,yaşamımız ve geçmişimiz
hakkında mesaj vermek ve bizi uyarmak için oluşurlar. Kısacası bize düşüncelerimizin,duygu durumumuzun,söylemlerimizin ve yaptıklarımızın sağlıklı olmadığını anlatırlar. Genelleme yapacak olursak bize kendimize, çevremizdekilere veya hayata dair sevgi eksikliğimizin olduğu mesajını verirler. Aslında tüm ruhsal sorunların kökeninde kendini olduğu gibi kabullenememe, kendini sevememek ve kendine güvenememek vardır. Bunların sonucunda ise fark etmeden ve elimizde olmadığını düşünerek bazı fiziksel problemler üretiriz. Bu bakış açısını daha yakından tanıyıp, benimsediğimizde tüm hastalıkların psikosomatik olduğunu söyleyebiliriz.Geçmişte psikosomatik olarak tarif edilen hastalıkların hayali olduğu düşünülürdü,ancak gittikçe bilinçlenen toplumda bu tür rahatsızlıklarında fiziksel olarak var olduğunu ve kişinin yaşadığı ruhsal sorunlardan kaynaklandığını biliyoruz. Ancak hastalıklarımızın bir kısmının psikosomatik,bir kısmının da sadece dış etkenlerden oluştuğunu düşünmenin yüzeysel bir bakış açısı olduğunu bilmeliyiz. Bunu bir örnek ile açıklayacak olursak; sürekli işi dolayısı ile asbest gibi zararlı maddelere maruz kalıp akciğerlerinden ciddi şekilde hastalanan bir işçiyi düşünelim. Onun ruh halinin bu durumdan sorumlu olabileceğini düşünmeyiz ve hastalığını tamamen dış koşullara bağlarız. Ancak o'nun psikolojisine bakabiliyor olsaydık büyük olasılıkla eziklikleri, yetersizliklerinden dolayı kendine ve çevresine sevgisiz ve güvensiz olduğunu veya geçinebilme stresinin oluşturduğu baskı ile korku,kaygı dolu bir ruh hali içinde hayatta sürekli güvensiz hissettiğini keşfedebilirdik. Bu tür düşünce ve duygularla yaşamını oluşturduğunu,kimsenin maruz kalmaması gereken bir ortamda çalışarak kendini riske attığını anlardık. Öncelikle kendine ve sonra çevresine sevgisizliğiyle oluşturduğu bu ciddi hastalık,dış etkenlere bağlı geliştiği düşünülse de aslında kişinin içsel koşullarına bağlı gelişmiştir. Bu ruh halindeki bir kişinin böyle bir iş yerinde,bu tür koşullarda çalışmasa da eninde sonunda kendine zarar vereceği ortadadır.
Bedenimizde yaşadığımız rahatsızlıklar ve hastalıklar bize kendimiz,yaşamımız ve geçmişimiz
hakkında mesaj vermek ve bizi uyarmak için oluşurlar. Kısacası bize düşüncelerimizin,duygu durumumuzun,söylemlerimizin ve yaptıklarımızın sağlıklı olmadığını anlatırlar. Genelleme yapacak olursak bize kendimize, çevremizdekilere veya hayata dair sevgi eksikliğimizin olduğu mesajını verirler. Aslında tüm ruhsal sorunların kökeninde kendini olduğu gibi kabullenememe, kendini sevememek ve kendine güvenememek vardır. Bunların sonucunda ise fark etmeden ve elimizde olmadığını düşünerek bazı fiziksel problemler üretiriz. Bu bakış açısını daha yakından tanıyıp, benimsediğimizde tüm hastalıkların psikosomatik olduğunu söyleyebiliriz.Geçmişte psikosomatik olarak tarif edilen hastalıkların hayali olduğu düşünülürdü,ancak gittikçe bilinçlenen toplumda bu tür rahatsızlıklarında fiziksel olarak var olduğunu ve kişinin yaşadığı ruhsal sorunlardan kaynaklandığını biliyoruz. Ancak hastalıklarımızın bir kısmının psikosomatik,bir kısmının da sadece dış etkenlerden oluştuğunu düşünmenin yüzeysel bir bakış açısı olduğunu bilmeliyiz. Bunu bir örnek ile açıklayacak olursak; sürekli işi dolayısı ile asbest gibi zararlı maddelere maruz kalıp akciğerlerinden ciddi şekilde hastalanan bir işçiyi düşünelim. Onun ruh halinin bu durumdan sorumlu olabileceğini düşünmeyiz ve hastalığını tamamen dış koşullara bağlarız. Ancak o'nun psikolojisine bakabiliyor olsaydık büyük olasılıkla eziklikleri, yetersizliklerinden dolayı kendine ve çevresine sevgisiz ve güvensiz olduğunu veya geçinebilme stresinin oluşturduğu baskı ile korku,kaygı dolu bir ruh hali içinde hayatta sürekli güvensiz hissettiğini keşfedebilirdik. Bu tür düşünce ve duygularla yaşamını oluşturduğunu,kimsenin maruz kalmaması gereken bir ortamda çalışarak kendini riske attığını anlardık. Öncelikle kendine ve sonra çevresine sevgisizliğiyle oluşturduğu bu ciddi hastalık,dış etkenlere bağlı geliştiği düşünülse de aslında kişinin içsel koşullarına bağlı gelişmiştir. Bu ruh halindeki bir kişinin böyle bir iş yerinde,bu tür koşullarda çalışmasa da eninde sonunda kendine zarar vereceği ortadadır.

HASTALIK ENERJİSİ NEDEN OLUŞUR
Hastalık enerjisinin zihnimizde oluştuğuna ve bizim düşünce kalıplarımız,duygularımız bazen de bunlara bağlı gelişen davranışlarımız sonucunda ortaya çıktıklarını daha önceki yazımda belirtmiştim. Tabii ki bu bakış açısı gücünü kadim bilgilerden ve ezoterik öğretilerden alan metafizik bilgilerdir. Son yıllarda bu bilgileri destekleyen kuantum fiziği ile gelişen kuantum düşünce ilkeleri olmuştur. Batı tıp dünyası neden hasta oluyoruz sorusunu bilimsel anlamda sürekli araştırmaktadır. Ancak genel bir cevaptan çok daha detaylı cevaplar alınmış ve her belirti ,hastalıkla ilgili derin araştırmalar yapmak durumunda kalarak her geçen gün daha da yoğun bilgilerle donanımlanmaktadır. Ancak son yıllarda dikkat çeken Epigenetik bilim dalı,metafizik bilgilere paralel bulguları tespit etmeye başlamıştır. Bu bakış açısını destekleyen bu bilim dalının bazı yaklaşımlarını dilim döndüğünce sizlere açıklamaya çalışacağım. Böylece yazılarımın devamında ki metafizik bilgileri siz bilimsel bir anlayışın üzerine oturtabilirsiniz.
Bu konuda beni en çok aydınlatan ve etkileyen kaynaklardan biri Dr. Bruce Lipton'un kitabı "The Biology of Belief" ( İnancın Biyolojisi) ve Dawson Church,Ph.D.'nin ABD'de yılın en iyi sağlık kitabı seçilen "The Genie in your Genes"(Genlerinizdeki Dahi) kitaplarıdır. Bu eserler ufkumuzu genişleterek yeni bir tıp anlayışı sunmaktadır.Ayrıca Hintli meslektaşım Neeta Kumar ın "Dialogues with Body Parts" çalışmasıda bu yazıya katkıda bulunmuştur. Kısacası epigenetik bilimi ile tanıştıkça,psikoterapi çalışmalarıma kattığım yıllarca içiçe olduğum bir çok metafizik bilginin daha anlamlı ve geleneksel kültürü etkileyebilecek düzeye gelmiş olduğunu görmek beni şevklendiriyor.
Epigenetik nedir? Neye denir? Kısaca Epigenetik "genler üstü genetik"bilimi DNA nın diziliminde veya yapısında herhangi bir değişiklik olmaksızın DNA'da kodlu olan bilginin açığa çıkmasında meydana gelen değişikliklere deniyor.Örneğin ikiz doğmuş kişiler üzerinde yapılan bir çok araştırma,tıpatıp aynı genlere sahip olmalarına rağmen neden farklı hastalıklar geliştirdiklerini veya farklı zamanlarda öldüklerini incelemeleriyle epigenetik terimi ortaya atılıyor. Dr. Dawson Church' ün anlatımına göre ise Epigenetik,düşünce,duygu ve algılarımız sonucu gelişen davranışın/tepkilerin genler üzerindeki etkilerini araştırır.
Hastalık enerjisinin zihnimizde oluştuğuna ve bizim düşünce kalıplarımız,duygularımız bazen de bunlara bağlı gelişen davranışlarımız sonucunda ortaya çıktıklarını daha önceki yazımda belirtmiştim. Tabii ki bu bakış açısı gücünü kadim bilgilerden ve ezoterik öğretilerden alan metafizik bilgilerdir. Son yıllarda bu bilgileri destekleyen kuantum fiziği ile gelişen kuantum düşünce ilkeleri olmuştur. Batı tıp dünyası neden hasta oluyoruz sorusunu bilimsel anlamda sürekli araştırmaktadır. Ancak genel bir cevaptan çok daha detaylı cevaplar alınmış ve her belirti ,hastalıkla ilgili derin araştırmalar yapmak durumunda kalarak her geçen gün daha da yoğun bilgilerle donanımlanmaktadır. Ancak son yıllarda dikkat çeken Epigenetik bilim dalı,metafizik bilgilere paralel bulguları tespit etmeye başlamıştır. Bu bakış açısını destekleyen bu bilim dalının bazı yaklaşımlarını dilim döndüğünce sizlere açıklamaya çalışacağım. Böylece yazılarımın devamında ki metafizik bilgileri siz bilimsel bir anlayışın üzerine oturtabilirsiniz.
Bu konuda beni en çok aydınlatan ve etkileyen kaynaklardan biri Dr. Bruce Lipton'un kitabı "The Biology of Belief" ( İnancın Biyolojisi) ve Dawson Church,Ph.D.'nin ABD'de yılın en iyi sağlık kitabı seçilen "The Genie in your Genes"(Genlerinizdeki Dahi) kitaplarıdır. Bu eserler ufkumuzu genişleterek yeni bir tıp anlayışı sunmaktadır.Ayrıca Hintli meslektaşım Neeta Kumar ın "Dialogues with Body Parts" çalışmasıda bu yazıya katkıda bulunmuştur. Kısacası epigenetik bilimi ile tanıştıkça,psikoterapi çalışmalarıma kattığım yıllarca içiçe olduğum bir çok metafizik bilginin daha anlamlı ve geleneksel kültürü etkileyebilecek düzeye gelmiş olduğunu görmek beni şevklendiriyor.
Epigenetik nedir? Neye denir? Kısaca Epigenetik "genler üstü genetik"bilimi DNA nın diziliminde veya yapısında herhangi bir değişiklik olmaksızın DNA'da kodlu olan bilginin açığa çıkmasında meydana gelen değişikliklere deniyor.Örneğin ikiz doğmuş kişiler üzerinde yapılan bir çok araştırma,tıpatıp aynı genlere sahip olmalarına rağmen neden farklı hastalıklar geliştirdiklerini veya farklı zamanlarda öldüklerini incelemeleriyle epigenetik terimi ortaya atılıyor. Dr. Dawson Church' ün anlatımına göre ise Epigenetik,düşünce,duygu ve algılarımız sonucu gelişen davranışın/tepkilerin genler üzerindeki etkilerini araştırır.

.Hastalıklarımızın Kaynakları
Batı tıbbı hastalıklarımızın nasıl geliştikleri hakkında açıklama getirmiş ve mantıksal reaksiyon zincirlerini sebep sonuç ilişkisi ile betimleyerek anlaşılabilir şekilde sunmuştur.Ancak tam olarak hastalıkların kaynaklarını ortaya koyamamıştır. Fakat unutmamalıyızki tedavi konusunda her geçen gün artan olanaklar sunmaktadır ve bizim hastalandığımızda ilk başvurmamız gereken kişiler tıp doktorları olmalıdır
Benim burada açıklamaya çalışacağım bilgiler tüm hastalıklarımız oluşmadan önce zihnimizde yani ruh dünyamızda ve beden enerji sistemimizde nasıl başladığını tespit ederek önleyici bir anlayış geliştirmektir. Hastalanmadan çok önceki aşamada özellikle spritüel tıp ve enerji tıbbı büyük önem kazanmaktadır. Son zamanlarda bu durum daha çok gündeme gelmeye başlamıştır. Özellikle enerji tıbbı ve bunun zihinsel enerjilerle bağlantısını net bir şekilde ortaya koyan bazı enerji uzmanlarının kitapları Türkçe’yede çevrilerek halkın bilgisine sunulmuştur. Örneğin: DonnaEden’ın ‘’Enerji Tıbbı ‘’ kitabı ve BarbraBrennan’ın ‘’ Işığın Elleri ‘’ kitabı dikkat çekicidir.
Bu yazımda düşünce kalıplarının , inançların ve bilinçaltı zihnimizdeki atalardan ve geçmiş yaşamdan gelen karmaların hastalıkların tohumlarını nasıl ektiği ile ilgili açıklama getirmeye çalışacağım.
1. Öncelikle karmik hastalıklarabaktığımızda , derin benlikten taşınan toksik inanç ve düşüncelerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Genellikle çok küçük yaştaki hastalarda görülmektedir. Bu onların hayat buldukları bu yeniyaşamda , geçmişten gelen (geçmiş yaşamlardan) bazı durumları başlangıçta tamamlamaya çalıştıklarını göstermektedir. Dünyaya geldikleri aileye de farklı bir bilinç ve anlayış geliştirmelerini sağlamak içindir. Beden ruhun ifadesidir ve bu durum sadece ruhun ilk aşamada çok ufak yaşlarda beden üzerinden kendini dışa vurmaya ve dünya boyutundaki yaşamı deneyimlemeye başlamasıdır. Kısaca genelde 0-9 yaşlarına kadar yaşanan hastalıklarakarmik hastalıklar diyebiliriz. İmplisit hafızamız da yer alan geçmiş yaşam anıları ile ilintili olduğu düşünülmektedir.Ancak psiko genetiğimizde yer eden bazı aile bireyleri veya atalarımızdan bize miras kalan toksikanı , düşünce , inanç ve duyguların tesiri ile de kendimize hastalık ve rahatsızlık yaratabiliriz. Bunu da karmik hastalıklar içinde sayabiliriz. Örneğin atalarından biri savaşta kolunu kaybetmiş birisi bunu psişik miras olarak aldı ise o kolunu kazada yaralayabilir veya kangren olabilir ya da o kolundan ciddi hastalıklar yaşayabilir.
2. Karmik hastalıkların dışında en sıklıkla karşılaştığımız hastalık kaynaklarının başında ‘’Zihinsel Yaratıcılık ‘’ gelir.Zihnimizde hastalıklar ve onların bize yaşatabileceklerine odaklanarak kendimizde bir çok bedensel güçsüzlükler ve hastalık koşulları yaratırız. Örneğin bazı hastalıkların sonucunda ölmüş yakınlarınıgördükten sonra aynı hastalıkları yaşamaktan çok korkan birisi bu korkuya odaklanıp o düşünceleri beslerse bu düşünce kalıbı da sonunda hayatında oluşmaya başlar ve korktuğu hastalık o’nu bulur. Bu durumu kuantum fiziği dalga/ parçacık ilkeleriile belirli bir şekilde açıklamaktadır. Kişinin zihninde oluşan vazgeçemediği düşünce kalıplarının bir çeşit süptil /ince enerji niteliğinde olduğunu biliyoruz. (Bu durumu Kültür Üniversitesi Yayınlarının bastığı ‘’Empati’’ kitabında yer alan Enerji Psikolojisi ve Empati adlı yazımda daha ayrıntılı açıklamıştım.) Bu enerjilerin belirli frekansta titreştiğini ve aynı frekansta titreşen başka bir realiteye veyaan’a dönüştüklerini de artık açıklayabiliyoruz. Böylece hayatımızı an be an biz oluşturuyoruz. Aslında şunu söyleyebiliriz ki dışarıda hiçbir şey yoktur. Kendi dünyamızdaki her şeyi biz an be an yaratırız. Yani bizim zihnimizin holografik yansıması sadece bedenimiz değildir. Yaşamımızdaki realite olarak algıladığımız her şeyde bizim zihnimizin holografik yansımasıdır. Dolayısıile zihnimizin derinlerindekileri fark edip, temizlemeli/ dönüştürmeliyiz ki yaşamımızın hastalık gibi hoşumuza gitmeyen realiteleri de dönüşsün. Biz daha mutlu verimli ve potansiyellerimizi hayata geçirebildiğimiz yaşamlar yaratabilelim. Hastalık yaratan bir diğer yansıma kaynağı ise kişinin yaşamında başka bir stres yaratan olayı bertaraf etmek için kendi bedeninde hastalık oluşturmasıdır.. Örneğin iş yerinde çok önemli vezor olabilecek bir dönemi atlatıp yüzleşmemek adına kişi çok ciddi bir grip virüsüne yakalanarak yataklara düşebilir. Derin benliğinde böylece problemi savuşturduğuna ve sorunların bittiğine inanmayı seçebilir.
Batı tıbbı hastalıklarımızın nasıl geliştikleri hakkında açıklama getirmiş ve mantıksal reaksiyon zincirlerini sebep sonuç ilişkisi ile betimleyerek anlaşılabilir şekilde sunmuştur.Ancak tam olarak hastalıkların kaynaklarını ortaya koyamamıştır. Fakat unutmamalıyızki tedavi konusunda her geçen gün artan olanaklar sunmaktadır ve bizim hastalandığımızda ilk başvurmamız gereken kişiler tıp doktorları olmalıdır
Benim burada açıklamaya çalışacağım bilgiler tüm hastalıklarımız oluşmadan önce zihnimizde yani ruh dünyamızda ve beden enerji sistemimizde nasıl başladığını tespit ederek önleyici bir anlayış geliştirmektir. Hastalanmadan çok önceki aşamada özellikle spritüel tıp ve enerji tıbbı büyük önem kazanmaktadır. Son zamanlarda bu durum daha çok gündeme gelmeye başlamıştır. Özellikle enerji tıbbı ve bunun zihinsel enerjilerle bağlantısını net bir şekilde ortaya koyan bazı enerji uzmanlarının kitapları Türkçe’yede çevrilerek halkın bilgisine sunulmuştur. Örneğin: DonnaEden’ın ‘’Enerji Tıbbı ‘’ kitabı ve BarbraBrennan’ın ‘’ Işığın Elleri ‘’ kitabı dikkat çekicidir.
Bu yazımda düşünce kalıplarının , inançların ve bilinçaltı zihnimizdeki atalardan ve geçmiş yaşamdan gelen karmaların hastalıkların tohumlarını nasıl ektiği ile ilgili açıklama getirmeye çalışacağım.
1. Öncelikle karmik hastalıklarabaktığımızda , derin benlikten taşınan toksik inanç ve düşüncelerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Genellikle çok küçük yaştaki hastalarda görülmektedir. Bu onların hayat buldukları bu yeniyaşamda , geçmişten gelen (geçmiş yaşamlardan) bazı durumları başlangıçta tamamlamaya çalıştıklarını göstermektedir. Dünyaya geldikleri aileye de farklı bir bilinç ve anlayış geliştirmelerini sağlamak içindir. Beden ruhun ifadesidir ve bu durum sadece ruhun ilk aşamada çok ufak yaşlarda beden üzerinden kendini dışa vurmaya ve dünya boyutundaki yaşamı deneyimlemeye başlamasıdır. Kısaca genelde 0-9 yaşlarına kadar yaşanan hastalıklarakarmik hastalıklar diyebiliriz. İmplisit hafızamız da yer alan geçmiş yaşam anıları ile ilintili olduğu düşünülmektedir.Ancak psiko genetiğimizde yer eden bazı aile bireyleri veya atalarımızdan bize miras kalan toksikanı , düşünce , inanç ve duyguların tesiri ile de kendimize hastalık ve rahatsızlık yaratabiliriz. Bunu da karmik hastalıklar içinde sayabiliriz. Örneğin atalarından biri savaşta kolunu kaybetmiş birisi bunu psişik miras olarak aldı ise o kolunu kazada yaralayabilir veya kangren olabilir ya da o kolundan ciddi hastalıklar yaşayabilir.
2. Karmik hastalıkların dışında en sıklıkla karşılaştığımız hastalık kaynaklarının başında ‘’Zihinsel Yaratıcılık ‘’ gelir.Zihnimizde hastalıklar ve onların bize yaşatabileceklerine odaklanarak kendimizde bir çok bedensel güçsüzlükler ve hastalık koşulları yaratırız. Örneğin bazı hastalıkların sonucunda ölmüş yakınlarınıgördükten sonra aynı hastalıkları yaşamaktan çok korkan birisi bu korkuya odaklanıp o düşünceleri beslerse bu düşünce kalıbı da sonunda hayatında oluşmaya başlar ve korktuğu hastalık o’nu bulur. Bu durumu kuantum fiziği dalga/ parçacık ilkeleriile belirli bir şekilde açıklamaktadır. Kişinin zihninde oluşan vazgeçemediği düşünce kalıplarının bir çeşit süptil /ince enerji niteliğinde olduğunu biliyoruz. (Bu durumu Kültür Üniversitesi Yayınlarının bastığı ‘’Empati’’ kitabında yer alan Enerji Psikolojisi ve Empati adlı yazımda daha ayrıntılı açıklamıştım.) Bu enerjilerin belirli frekansta titreştiğini ve aynı frekansta titreşen başka bir realiteye veyaan’a dönüştüklerini de artık açıklayabiliyoruz. Böylece hayatımızı an be an biz oluşturuyoruz. Aslında şunu söyleyebiliriz ki dışarıda hiçbir şey yoktur. Kendi dünyamızdaki her şeyi biz an be an yaratırız. Yani bizim zihnimizin holografik yansıması sadece bedenimiz değildir. Yaşamımızdaki realite olarak algıladığımız her şeyde bizim zihnimizin holografik yansımasıdır. Dolayısıile zihnimizin derinlerindekileri fark edip, temizlemeli/ dönüştürmeliyiz ki yaşamımızın hastalık gibi hoşumuza gitmeyen realiteleri de dönüşsün. Biz daha mutlu verimli ve potansiyellerimizi hayata geçirebildiğimiz yaşamlar yaratabilelim. Hastalık yaratan bir diğer yansıma kaynağı ise kişinin yaşamında başka bir stres yaratan olayı bertaraf etmek için kendi bedeninde hastalık oluşturmasıdır.. Örneğin iş yerinde çok önemli vezor olabilecek bir dönemi atlatıp yüzleşmemek adına kişi çok ciddi bir grip virüsüne yakalanarak yataklara düşebilir. Derin benliğinde böylece problemi savuşturduğuna ve sorunların bittiğine inanmayı seçebilir.
HASTALIKLARIMIZIN KAYNAKLARI ( 2 )
5. Bölge Boyun / Boğaz çakrasıdır. Boğaz ve ense bölgelerini , çeneyi ve dudağımızın üstüne kadar olan kısmı temsil eder. Özellikle ön tarafta yer alan boğaz bölgemiz yaratıcılığı ifade ettiğimiz bölgedir. Yaratıcılığımız ve benlik duygu , düşünce ve inançlarımız bu bölgedeki enerji sayesinde konuşarak ses ile dışa vurulur. Bu enerjinin kökeni gırtlak çevresidir. Kutsal merkezden güç alır ve sesin gücünü ortaya çıkarır . Sadece doğrular söylendiğinde bu enerjinin kalitesinin yükseldiği söylenir. Yani dünyaya ve çevremize yansıttıklarımızın en somut halidir. Ses enerjisi önemlidir. Bu enerjiyi kaliteli bir şekilde kullandığımızda mucizeleri oluşturmaya başlayabiliriz. Ne zamanki biz yüzleşmek zorunda kaldığımız kişileri ve durumları suçlamaktan vazgeçip yüksek benliğimizin tüm bunları bizim bilinçlerimizi geliştirmek için önümüze getirip , yarattığını kabul ederiz, işte o zaman bu enerjiyi doğru şekilde kullanmaya başlamışızdır. Boğazımız aynı zamanda bize doğru gelen şeyleri de alma yani içimize kabul etmeyi temsil eder. Ancak eğer dünyayı güvenilmez ve olumsuz bir yer olarak algılıyorsak , o zaman bize sunulanların olumsuzluklar olduğuna inanarak bu yönden zihnimize gelen verileri işleyerek ancak mutsuzlukları ve olumsuzlukları içimize alabiliriz. Bu ifade etme / verme ve alma dengesi ta ki biz iyicil ve besleyici bir evrene güvenmeye dönüşünceye kadar sürer.
Bu çakrada yer alan önemli bir bölgede , boyun bölgesidir. Bu kısımda daha çok düşünceler işin içine girer. Omuriliğimizi beynimize bağlayan son 7 omurga bu bölgede yer alır. Zihinsel beden boyutunda yer alan boyun ve ense kısmında oluşan problemlerin kaynağı solar plexus ve kalp çakra bölgelerindeki gibi duygusal nedenlerden çok düşünce biçim ve kalıpları ile ilgilidir. Bu bölgede yer alan ve sıklıkla karşımıza çıkan eğri boyun olarak bilinen ‘’tortikolis’ kişinin boynunu sağa sola yeterli derecede çevirmesini engelleyen kas kasılmalarıdır. Kendini bir başka durum ve şekilde görmek istemeyenlerde oluşur. Yeni durumlardan korkup kaçınan kişilerde rastlanır. Özellikle boynunu sağa sola çeviremiyorsa kişi kimlere ‘’Hayır ‘’ demeyi başaramadığına ve nedenlerine bakmalıdır. Eğer başını öne ve geriye oynatmakta zorlanıyorsa ’’Evet ‘’ demesi gereken hangi durum ve kişiler olduğuna dikkat etmelidir.
Ense kökünde ağrı ve sorun yaşayanların ise kendi iç seslerine güvenmeleri ve seçimlerinin arkasında durmaları önemlidir. Bu kişiler iç dünyalarında bir çok şey hayal edip , diğerleri onaylamaz diye hayata geçiremeyen kişilerdir. Kendi varlıklarına daha fazla değer vermeli ve kendilerini ifade etmekten kaçınmamalıdırlar. Boğaz ağrı ve problemleri ise kızgınlık ve kırgınlıkları yutup , biriktirmek ile ilgilidir. Aynı zamanda hayatındaki bazı şeyleri değiştirememekten de kaynaklanır. İsteklerini ve ihtiyaçlarını söyleyemeyen kişilerde oluşan kızgınlık ve öfke duyguları ifade edilmediğinde içe dönük kızgınlık oluşur ve bu boğaz enerjisinin kalitesini bozarak enflamasyonlara ve boğaz hastalıklarına yol açar. Örneğin bademcik iltihaplanmasını sık sık yaşayanların büyük bir kızgınlık içinde olup bunu ifade edemedikleri düşünülmektedir. Ancak önemli gördüğü bir otorıte figürüne söylemek istediklerini korku duyguları yüzünden söyleyemeyen kişilerde ise daha çok ses kaybına uğradıkları ‘’larenjit’ ’gelişebilir.
5. Bölge Boyun / Boğaz çakrasıdır. Boğaz ve ense bölgelerini , çeneyi ve dudağımızın üstüne kadar olan kısmı temsil eder. Özellikle ön tarafta yer alan boğaz bölgemiz yaratıcılığı ifade ettiğimiz bölgedir. Yaratıcılığımız ve benlik duygu , düşünce ve inançlarımız bu bölgedeki enerji sayesinde konuşarak ses ile dışa vurulur. Bu enerjinin kökeni gırtlak çevresidir. Kutsal merkezden güç alır ve sesin gücünü ortaya çıkarır . Sadece doğrular söylendiğinde bu enerjinin kalitesinin yükseldiği söylenir. Yani dünyaya ve çevremize yansıttıklarımızın en somut halidir. Ses enerjisi önemlidir. Bu enerjiyi kaliteli bir şekilde kullandığımızda mucizeleri oluşturmaya başlayabiliriz. Ne zamanki biz yüzleşmek zorunda kaldığımız kişileri ve durumları suçlamaktan vazgeçip yüksek benliğimizin tüm bunları bizim bilinçlerimizi geliştirmek için önümüze getirip , yarattığını kabul ederiz, işte o zaman bu enerjiyi doğru şekilde kullanmaya başlamışızdır. Boğazımız aynı zamanda bize doğru gelen şeyleri de alma yani içimize kabul etmeyi temsil eder. Ancak eğer dünyayı güvenilmez ve olumsuz bir yer olarak algılıyorsak , o zaman bize sunulanların olumsuzluklar olduğuna inanarak bu yönden zihnimize gelen verileri işleyerek ancak mutsuzlukları ve olumsuzlukları içimize alabiliriz. Bu ifade etme / verme ve alma dengesi ta ki biz iyicil ve besleyici bir evrene güvenmeye dönüşünceye kadar sürer.
Bu çakrada yer alan önemli bir bölgede , boyun bölgesidir. Bu kısımda daha çok düşünceler işin içine girer. Omuriliğimizi beynimize bağlayan son 7 omurga bu bölgede yer alır. Zihinsel beden boyutunda yer alan boyun ve ense kısmında oluşan problemlerin kaynağı solar plexus ve kalp çakra bölgelerindeki gibi duygusal nedenlerden çok düşünce biçim ve kalıpları ile ilgilidir. Bu bölgede yer alan ve sıklıkla karşımıza çıkan eğri boyun olarak bilinen ‘’tortikolis’ kişinin boynunu sağa sola yeterli derecede çevirmesini engelleyen kas kasılmalarıdır. Kendini bir başka durum ve şekilde görmek istemeyenlerde oluşur. Yeni durumlardan korkup kaçınan kişilerde rastlanır. Özellikle boynunu sağa sola çeviremiyorsa kişi kimlere ‘’Hayır ‘’ demeyi başaramadığına ve nedenlerine bakmalıdır. Eğer başını öne ve geriye oynatmakta zorlanıyorsa ’’Evet ‘’ demesi gereken hangi durum ve kişiler olduğuna dikkat etmelidir.
Ense kökünde ağrı ve sorun yaşayanların ise kendi iç seslerine güvenmeleri ve seçimlerinin arkasında durmaları önemlidir. Bu kişiler iç dünyalarında bir çok şey hayal edip , diğerleri onaylamaz diye hayata geçiremeyen kişilerdir. Kendi varlıklarına daha fazla değer vermeli ve kendilerini ifade etmekten kaçınmamalıdırlar. Boğaz ağrı ve problemleri ise kızgınlık ve kırgınlıkları yutup , biriktirmek ile ilgilidir. Aynı zamanda hayatındaki bazı şeyleri değiştirememekten de kaynaklanır. İsteklerini ve ihtiyaçlarını söyleyemeyen kişilerde oluşan kızgınlık ve öfke duyguları ifade edilmediğinde içe dönük kızgınlık oluşur ve bu boğaz enerjisinin kalitesini bozarak enflamasyonlara ve boğaz hastalıklarına yol açar. Örneğin bademcik iltihaplanmasını sık sık yaşayanların büyük bir kızgınlık içinde olup bunu ifade edemedikleri düşünülmektedir. Ancak önemli gördüğü bir otorıte figürüne söylemek istediklerini korku duyguları yüzünden söyleyemeyen kişilerde ise daha çok ses kaybına uğradıkları ‘’larenjit’ ’gelişebilir.

Ses Ritim ve Hareket Yolu ile Farkındalık
Trans Dans
“Düşünce ve deneyim eş zamanlı gerçekleştiği zaman bilinç değişmeye başlar. Yani Trans Dans mükemmel bir çözücüdür.”
Beden hareketleri tümüyle kelimesiz iletişimin bir modelidir. Bilincin kelimesiz ifadesidir. Beden hareketleri (dans) aslında gerçek hayatta bildiğimiz gerçekliğin kelime kullanmadan açığa çıkarılması şeklidir. Ancak sezgisel (kasıtsız) hareket görünmeyen güçler tarafından yönlendirilenden biraz daha zorlayıcı bir dans formudur ve bizim bireysel, kasıtlı irademiz tarafından kontrol edilemez.
Sezgisel dans eksik anlayışın ifadesidir. Yaratıcılığın derin hareketidir. Sezgisel hareket yeni bir lisan formu geliştirir. Ancak sezgi kesinlik değildir, farklı dereceleri vardır. Bazı insanlar diğerlerine nazaran daha sezgisel olabilirler. Burada sorulması gereken soru “sezgilerimi bu manevi dünyaya girebilmek için nasıl geliştirebilirim?”. Cevap basittir… Kendinizi harici belleğinizde, yani “gerçeklik ”de, tutmak için kullandığınız organik hislerinizden ayırmaya gönüllü olmanız gerekir. Bu da gördüğünüz, duyduğunuz, hissettiğiniz her şeyin gitmesine izin vermenizle olacaktır. Bunu yapmak içinizde haberdar olmadığınız o boşluğa ulaşmanızı sağlayacaktır. Buna da trans denir.
Trans Dans
“Düşünce ve deneyim eş zamanlı gerçekleştiği zaman bilinç değişmeye başlar. Yani Trans Dans mükemmel bir çözücüdür.”
Beden hareketleri tümüyle kelimesiz iletişimin bir modelidir. Bilincin kelimesiz ifadesidir. Beden hareketleri (dans) aslında gerçek hayatta bildiğimiz gerçekliğin kelime kullanmadan açığa çıkarılması şeklidir. Ancak sezgisel (kasıtsız) hareket görünmeyen güçler tarafından yönlendirilenden biraz daha zorlayıcı bir dans formudur ve bizim bireysel, kasıtlı irademiz tarafından kontrol edilemez.
Sezgisel dans eksik anlayışın ifadesidir. Yaratıcılığın derin hareketidir. Sezgisel hareket yeni bir lisan formu geliştirir. Ancak sezgi kesinlik değildir, farklı dereceleri vardır. Bazı insanlar diğerlerine nazaran daha sezgisel olabilirler. Burada sorulması gereken soru “sezgilerimi bu manevi dünyaya girebilmek için nasıl geliştirebilirim?”. Cevap basittir… Kendinizi harici belleğinizde, yani “gerçeklik ”de, tutmak için kullandığınız organik hislerinizden ayırmaya gönüllü olmanız gerekir. Bu da gördüğünüz, duyduğunuz, hissettiğiniz her şeyin gitmesine izin vermenizle olacaktır. Bunu yapmak içinizde haberdar olmadığınız o boşluğa ulaşmanızı sağlayacaktır. Buna da trans denir.

KENDİLİĞİNDEN YARATICILIK VE IŞIKLA BULUŞMA
“Hayatta çözüm diye bir şey yoktur. Sadece hareket halinde olan güçler vardır. Bu güçleri uyandırdığınız anda, çözümler kendiliğinden gelecektir.”
Antoine de Saint-Exupery
(Küçük Prens’in Yazarı)
Bu güçler bizde var olan ancak uyandırılmayı bekleyen içsel kaynaklarımız ve doğamızda var olan yasalardır. Bunların varlığını fark ettiğimiz ve dönüştürmeye başladığımızda yaşamımızdaki değişiklikler bizi şaşırtmaya başlar.
Evet hayat biz isteklerimize ulaşmak için çabalarken başımıza gelenlerle baş etmek zorunda bırakır bizi, ancak tüm bunların da üzerine çıkabilmenin mümkün olduğu ve dileklerimizin bir bir oluştuğu dönemler vardır. Böyle dönemleri, dönüşüm zamanı diye tarif edebiliriz.
Gerçekten hayatın “dönüşüm zamanına” geçebilmesi için neler yapabiliriz? Bu yazımda sizin ile bunları paylaşmak istedim. Biliyorum bu konularda son yıllarda o kadar çok yazı, kitap ve öneri ortaya çıktı ki sizler de hangisinin gerçekten işe yarayabileceğini bilemez oldunuz. Bazıları çok doğru ifade edilmiş yanlış veya eksik bilgiler, bazıları ise eksik veya yanlış ifade edilmiş doğru bilgiler… Her ne olursa olsun tüm bunların ışığında ve ötesinde biz ‘YARATICILIĞIMIZI’ ortaya koyarak kendi hayatımızı oluşturabilecek güçte tanrısal varlıklarız. Evet, bilinçdışında bir noktada Tanrı Bilinci ’ne bağlı, yüksek benliğimiz aracılığı ile Evrensel zihin ile bağlantıdayız. Ancak bu çok yüksek frekanstaki enerji boyutlarına uyum sağlamamız hayatımızın bir çok alanında imkansızlaşıyor. Egomuzun sağlıksız, derinliksiz ve çeşitli defalar erozyona uğramışlığı zihnimizi negatifleştirdiği gibi bun bağlı olarak da duygularımızı olumsuz etkiliyor. Bunlardan dolayı bir türlü kendini gerçekleştiremeyen/evrim yapamayan ruhumuz acı çekerken düşünce kalıplarımız her geçen gün daha da negatifleşiyor. Bu durum olduğu gibi hayatımıza yansıyor ve biz bir türlü istediklerimizi yaratamaz ve baş edemez oluyoruz.
“Hayatta çözüm diye bir şey yoktur. Sadece hareket halinde olan güçler vardır. Bu güçleri uyandırdığınız anda, çözümler kendiliğinden gelecektir.”
Antoine de Saint-Exupery
(Küçük Prens’in Yazarı)
Bu güçler bizde var olan ancak uyandırılmayı bekleyen içsel kaynaklarımız ve doğamızda var olan yasalardır. Bunların varlığını fark ettiğimiz ve dönüştürmeye başladığımızda yaşamımızdaki değişiklikler bizi şaşırtmaya başlar.
Evet hayat biz isteklerimize ulaşmak için çabalarken başımıza gelenlerle baş etmek zorunda bırakır bizi, ancak tüm bunların da üzerine çıkabilmenin mümkün olduğu ve dileklerimizin bir bir oluştuğu dönemler vardır. Böyle dönemleri, dönüşüm zamanı diye tarif edebiliriz.
Gerçekten hayatın “dönüşüm zamanına” geçebilmesi için neler yapabiliriz? Bu yazımda sizin ile bunları paylaşmak istedim. Biliyorum bu konularda son yıllarda o kadar çok yazı, kitap ve öneri ortaya çıktı ki sizler de hangisinin gerçekten işe yarayabileceğini bilemez oldunuz. Bazıları çok doğru ifade edilmiş yanlış veya eksik bilgiler, bazıları ise eksik veya yanlış ifade edilmiş doğru bilgiler… Her ne olursa olsun tüm bunların ışığında ve ötesinde biz ‘YARATICILIĞIMIZI’ ortaya koyarak kendi hayatımızı oluşturabilecek güçte tanrısal varlıklarız. Evet, bilinçdışında bir noktada Tanrı Bilinci ’ne bağlı, yüksek benliğimiz aracılığı ile Evrensel zihin ile bağlantıdayız. Ancak bu çok yüksek frekanstaki enerji boyutlarına uyum sağlamamız hayatımızın bir çok alanında imkansızlaşıyor. Egomuzun sağlıksız, derinliksiz ve çeşitli defalar erozyona uğramışlığı zihnimizi negatifleştirdiği gibi bun bağlı olarak da duygularımızı olumsuz etkiliyor. Bunlardan dolayı bir türlü kendini gerçekleştiremeyen/evrim yapamayan ruhumuz acı çekerken düşünce kalıplarımız her geçen gün daha da negatifleşiyor. Bu durum olduğu gibi hayatımıza yansıyor ve biz bir türlü istediklerimizi yaratamaz ve baş edemez oluyoruz.
KADIN ERKEK İLİŞKİLERİNDE İLK ADIM BAĞLILIK
Bağlılık gerçek sevgi içeren her ilişkinin doğasında vardır . Yüzeysel veya derin bir sevgi ile gelişse de bağlılık ilişkilerin temelidir. Döllenmeden sonra bizi biyololik ebeveynlerden psikolojik ebeveynlere dönüştüren de bağlılık duygumuzdur . ( Mc Millan 1973 ) Derin bağlılıklar ilişkinin iyi gitmesinin garantisi olmasa da o ilişkiyi sürdürmeye diğer etkenlerden daha çok yardımcı olur. Başlangıçta yüzeysel olan bağlılıklar zaman içinde derinleşir , ancak derinleşmeyen bağlar ilişkileri ya çökertir ya da sağlıksız ve güçsüz kılar. Bu yüzden çift ilişkilerinde karşılıklı Sevgi olmadan o ilişkide bağlar kurup , derinleştiremeyiz. Bu da olumsuz gelişen ilişkilerin ana kaynağıdır. Aslında derin bir bağlılığa girmek müthiş bir risk barındırır ve biz aşk-tutku-çekim gibi duyguların gözümüze indirdiği perde yüzünden bu durumu fark edemeyiz. Ancak evlendikten veya ciddi sözler verdikten sonraki bağlılık duygularımız aşık olmaktan gerçek sevgiye geçmemizi sağlar. Karşısındakinin iyiliğini ve gelişmesini isteyen herkes bunun sürekliliği olan güvenli bir ilişkiyle olabileceğini içgüdüsel olarak bilir. Bağlanma ve bağlar kurma şekil ve tutumlarını çocuklukta ebeveynlerimizden öğreniriz. Erken yaşta öğrenilen bu durum her zaman sağlıklı bir ruhsal /psikolojik gelişime hizmet etmeyebilir. Örneğin; çocuklar sürekli terk edilme korkusu yaşadıkları bir belirsizlik ortamında gelişip psikolojik olgunluğa erişemezler. . ZOR DUYGULAR VE BEDEN
Duygular beden yolu ile hissedilir. Üstesinden gelemediğimiz bizi zorlayan duyguları bedenimizin farklı alanlarında biriktirir ve saklarız. Bunlar çocukluk travmalarından başlayarak hastalıklar, kayıplar , sevdiklerimizin ölümü gibi olaylarda yaşayıp bastırdığımız olumsuz duygulardır. Bedenimizi farklı şekillerde etkilerler. Enerji psikolojisine göre prosesten geçiremeyip kalan duygular sonunda bizi hasta eder. Örneğin ;
|
KAYGILAR İLE BAŞEDERKEN KORTİZOL’ÜN ÖNEMİ
1907 yılında endokrinolog Dr Hans Selye ‘nin tanımıyla hayatımıza giren ‘’stres’’ korku ve kaygılarla ortaya çıkan bir duygu durumudur. Ne zaman korksak , kaygılansak sempatik sinir sistemimiz uyarılır ve bedenimiz kortizol salgılar. İlkel beynimiz kendini tehdit altında hissettiğinde ise biz ‘’ don-kaç- savaş’’ tepkisini veririz. Kortizol hormonu zaten bizde olan bir hormondur ve belirli seviyede olması gereklidir. Ancak yüksek seviyelerde olduğunda beyin fonksiyonlarını etkiler , hafıza ve öğrenme güçlüğünü ortaya çıkarır. Bağışıklık sistemimizi baskılar. Şişmanlığı tetikler , kalp hastalığı , kolesterol ve damar problemleri yaratabilir. Farklı akıl hastalıklarını tetikleyebilir, hayat boyu depresyon halini oluşturabilir. Psikolojik dayanıklılığımızı ve esnekliğimizi etkiler.
Anksiyete sorunları yaşayanların genelde güven duyma ve emin olma sorunları vardır. İçsel güvenlik duyguları zedelenmiş veya azalmıştır. İçsel güvenlik hayatın bize iyi şeyler getiren, tüm olumsuz olay ve durumların bize lazım olduğu için başımıza geldiğini fark ettiğimiz bir anlayış geliştirmektir. Acıya değil mutluluğa ve hayattan keyif almaya olan inancımızı pekiştiren bir güvendeyim duygusudur.
Böyle bir güvenlik duygusu hissedemediğimizde bizim ilkel beynimiz tehdit algılar , bu da kortizol seviyelerimizi arttırır. Sempatik sinir sistemimiz hep tetikte olur. Bu bizi daha çok kaygılandırır ve daha çok kortizol üretiriz. Kaygı –kortizol –kaygı şeklinde kısır döngüye gireriz. Bir kar topunun içine sıkışır kalır ve panik ataklara varan kaygı bozuklukları yaşarız. Kısaca savaş ya da kaç tepkisi vereceğimiz yaşam koşullarımız olmasa dahi biz artık bu duygu durumunu düşüncelerimiz ile yaratırız.
1907 yılında endokrinolog Dr Hans Selye ‘nin tanımıyla hayatımıza giren ‘’stres’’ korku ve kaygılarla ortaya çıkan bir duygu durumudur. Ne zaman korksak , kaygılansak sempatik sinir sistemimiz uyarılır ve bedenimiz kortizol salgılar. İlkel beynimiz kendini tehdit altında hissettiğinde ise biz ‘’ don-kaç- savaş’’ tepkisini veririz. Kortizol hormonu zaten bizde olan bir hormondur ve belirli seviyede olması gereklidir. Ancak yüksek seviyelerde olduğunda beyin fonksiyonlarını etkiler , hafıza ve öğrenme güçlüğünü ortaya çıkarır. Bağışıklık sistemimizi baskılar. Şişmanlığı tetikler , kalp hastalığı , kolesterol ve damar problemleri yaratabilir. Farklı akıl hastalıklarını tetikleyebilir, hayat boyu depresyon halini oluşturabilir. Psikolojik dayanıklılığımızı ve esnekliğimizi etkiler.
Anksiyete sorunları yaşayanların genelde güven duyma ve emin olma sorunları vardır. İçsel güvenlik duyguları zedelenmiş veya azalmıştır. İçsel güvenlik hayatın bize iyi şeyler getiren, tüm olumsuz olay ve durumların bize lazım olduğu için başımıza geldiğini fark ettiğimiz bir anlayış geliştirmektir. Acıya değil mutluluğa ve hayattan keyif almaya olan inancımızı pekiştiren bir güvendeyim duygusudur.
Böyle bir güvenlik duygusu hissedemediğimizde bizim ilkel beynimiz tehdit algılar , bu da kortizol seviyelerimizi arttırır. Sempatik sinir sistemimiz hep tetikte olur. Bu bizi daha çok kaygılandırır ve daha çok kortizol üretiriz. Kaygı –kortizol –kaygı şeklinde kısır döngüye gireriz. Bir kar topunun içine sıkışır kalır ve panik ataklara varan kaygı bozuklukları yaşarız. Kısaca savaş ya da kaç tepkisi vereceğimiz yaşam koşullarımız olmasa dahi biz artık bu duygu durumunu düşüncelerimiz ile yaratırız.
‘’MUTLULUK HALLERİ’’
Hayatımızı düşünce , duygu ve davranışlarımız , seçimlerimiz ve bilinçdışından yansıttıklarımız ile biz yaratırız. Bu süreçte gelişebilecek olan mutluluk hallerinin de sorumlusu kendimizizdir. Aslında mutluluk sorun ettiğimiz onlarca şey için çabalarken gelişir. Bunun için emek gerekir, yaşam boyu vazgeçmemek gerekir. Bazı dert ettiklerimizden vazgeçmek, bazen de bize gerekli olanı seçebilmektir mutluluk.
Bazılarımız kaygı ve endişe yaşar yada yalnızlık ve depresyon ile ömrü geçer. Kimimiz takıntıları yüzünden bir türlü rahatlayamaz veya gerçekten berbat yaşam koşullarından dolayı yaşam kalitesi mahvolur. Çözüm öncelikle sorunlarımızı fark etmek , kabul etmek ve onlar ile yüzleşmektir. Sorunlarından kaçmak ya da kurtuluş beklemek kişiye asıl mutsuzluk yaşatan durumdur.
FARK ET , YÜZLEŞ , ÇÖZ VE MUTLU OL. Formül bu kadar basittir. Ancak her zaman gerçekleştirebilmek o kadar kolay olmayabilir. Bunun nedeni çoğumuzun sürekli iyi hissetme ihtiyacı ile problemlerimizden kaçmamız ya da kurban psikolojisine girerek kendimiz ile yüzleşmekten ise başkalarını sorumlu tutarak suçlamamızdır. Bir çoğumuz sorunlarımızdan kaçarak bize anlık haz veren şeylere yöneliriz . Bu yüzden alkol , sigara , uyuşturucu, alışveriş ,aşırı yemek yeme sosyal medyayı aşırı kullanma gibi bağımlılıklar gelişir.
Hatta kişisel ve ruhsal gelişimin yetersizlik noktası da sağlıklı olduğuna inanılan farklı alışkanlıkları kişiye öğretmektir. Böylece kısa dönemli iyi hissetmeyi öğreniriz ama gerçek sorunlarımız ve altında yatan sebepler ile yüzleşemeyiz. Ancak sorunlarımıza çözüm üretebilmek bize mutluluk verir. Sürekli bitmeyen bir iş gibidir , eylem ve yaratıcılık gerektirir. Farklı bir yönden bakarsak ta tüm bu farket, yüzleş , çöz formülünü uygulayabilmek için enerji ve titreşim alanımız yüksek olmalı ve biz yeterince güçlü olabilmeliyizdir..Bu koşulları oluşturmak üzere bazı pratikleri hayatımıza sokmak ve yeni bir yaşam biçimi oluşturmak da bizim sorunlarımızı çözebilme becerilerimizi geliştirir ve enerji alanımızı yükseltir.
Paragraph. Düzenlemek için buraya tıklayın.
Hayatımızı düşünce , duygu ve davranışlarımız , seçimlerimiz ve bilinçdışından yansıttıklarımız ile biz yaratırız. Bu süreçte gelişebilecek olan mutluluk hallerinin de sorumlusu kendimizizdir. Aslında mutluluk sorun ettiğimiz onlarca şey için çabalarken gelişir. Bunun için emek gerekir, yaşam boyu vazgeçmemek gerekir. Bazı dert ettiklerimizden vazgeçmek, bazen de bize gerekli olanı seçebilmektir mutluluk.
Bazılarımız kaygı ve endişe yaşar yada yalnızlık ve depresyon ile ömrü geçer. Kimimiz takıntıları yüzünden bir türlü rahatlayamaz veya gerçekten berbat yaşam koşullarından dolayı yaşam kalitesi mahvolur. Çözüm öncelikle sorunlarımızı fark etmek , kabul etmek ve onlar ile yüzleşmektir. Sorunlarından kaçmak ya da kurtuluş beklemek kişiye asıl mutsuzluk yaşatan durumdur.
FARK ET , YÜZLEŞ , ÇÖZ VE MUTLU OL. Formül bu kadar basittir. Ancak her zaman gerçekleştirebilmek o kadar kolay olmayabilir. Bunun nedeni çoğumuzun sürekli iyi hissetme ihtiyacı ile problemlerimizden kaçmamız ya da kurban psikolojisine girerek kendimiz ile yüzleşmekten ise başkalarını sorumlu tutarak suçlamamızdır. Bir çoğumuz sorunlarımızdan kaçarak bize anlık haz veren şeylere yöneliriz . Bu yüzden alkol , sigara , uyuşturucu, alışveriş ,aşırı yemek yeme sosyal medyayı aşırı kullanma gibi bağımlılıklar gelişir.
Hatta kişisel ve ruhsal gelişimin yetersizlik noktası da sağlıklı olduğuna inanılan farklı alışkanlıkları kişiye öğretmektir. Böylece kısa dönemli iyi hissetmeyi öğreniriz ama gerçek sorunlarımız ve altında yatan sebepler ile yüzleşemeyiz. Ancak sorunlarımıza çözüm üretebilmek bize mutluluk verir. Sürekli bitmeyen bir iş gibidir , eylem ve yaratıcılık gerektirir. Farklı bir yönden bakarsak ta tüm bu farket, yüzleş , çöz formülünü uygulayabilmek için enerji ve titreşim alanımız yüksek olmalı ve biz yeterince güçlü olabilmeliyizdir..Bu koşulları oluşturmak üzere bazı pratikleri hayatımıza sokmak ve yeni bir yaşam biçimi oluşturmak da bizim sorunlarımızı çözebilme becerilerimizi geliştirir ve enerji alanımızı yükseltir.
Paragraph. Düzenlemek için buraya tıklayın.
ENERJİ YAŞAM GÜCÜMÜZDÜR.
İnsan bioholografik, digital, mucizevi yaratımın ve ilahi frekansın titreşiminde hydro- uzayda muazzam bir uyum içinde olan varlıktır. Parçacık fiziği göstermiştir ki organik veya inorganik yada kimyasal her madde pozitif ve negatif elektrik yüklü atom altı parçacıklardan oluşur. Evrende ki her şey gibi bizlerde elektrik yüklü varlıklarız. Tüm elektrik akımlarının Hertz birimi ile ölçülen belirli bir sürede ki titreşim sayılarına frekans denmesinden yola çıkarak bedenimizi oluşturan her hücremizin ölçülebilir bir frekansı vardır diyebiliriz. Her hücre derken her organ , her doku ve kanımızı DNA’ mızı inşa eden amino asitler , bedenimizi dengeleyen hormonlarımız , beden içi mineral ve vitaminler , metabolizmamızı besleyen yağ asitlerimiz ve daha bir çok yapıtaşını oluşturan her bir hücremizin frekansı olduğu gibi düşünce ve duygu olarak deneyimlediğimiz nöropeptit ve nörotransmitterlerimizinde ölçülebilir frekansları vardır. Sonuçta insan bedeni sanki farklı seslerden oluşan senfoni orkestrası gibidir. Her organ , her doku , her hücre kendine özgü frekanslarda titreşerek sanki kendine has bir ses çıkarır. Sağlıklı ve huzurlu bir bedende bu titreşimler müthiş bir uyum içerisindedir. Tıpkı bir senfoni orkestrası gibi bütünleşmiş bir ses yani titreşim oluştururlar. Hep beraber mucizevi bir eser yaratır gibi bu frekansı yansıtırlar. İdeal olan hep beraber oluşturulan farklı frekans ve seslerin uyumlu bir bütünü yansıtabilmesidir. Bu durum bedenlerimiz sağlıklı bir biçimde işlediği zaman oluşur. Ne zaman ki bir doku veya organın ya da kanımızı oluşturan hücrelerimizin frekansı değişir. Yani mevcut elektrik yükü ve akımının titreşimi bozulur. Tüm bedenimiz bundan etkilenir. Bu frekans bozukluğu ve uyumsuzluğu bütünlüğü bozar. Tüm bedenimizin yapı taşları uyumlu bir frekansta titreşerek birbirleri ile iletişim halinde olduklarında biz sağlıklı , dengeli ve huzurlu hissederiz. Bu durum diğer insanlar ile ilişkilerimize de yansır. Onlar ile olan uyumlu frekans ritmini de etkilediğinden ilişkilerimizin sağlıklı ve huzurlu olmasına izin vermez. İçsel frekanslarımızın / titreşimlerimizin uyumu ve dengesi bozulduğunda ise enerji kanamaları başlar ve sisteme yansıttığımız enerji akışı da düşer. Bunların sonucunda hem psikolojik hem de fiziksel sıkıntılar yaşanır. Titreşimlerimizi /frekanslarımızı değiştirmek gündelik bir iş gibi olmalıdır. Öncelikle geçmişte netleşmemiş tüm meselelerin etkilerinden arınmalıyız. Kendimizi ve diğerlerini affetmeliyiz. Gündelik bazı durumların yarattığı tüm olumsuz enerjilerden düzenli olarak kurtulmalıyız. Hem kendimize hem de çevremize yönelik sevgi dolu düşüncelerimizi beslemeliyiz. Kalbimizi açabilmeli , bizi sınırlayan düşünce ve temel inanç kalıplarımızdan uzaklaşmalıyız. Varlıksal olarak kendimizin tüm güç ve sevgi dolu enerjilerine açık olmalıyız. |

EVDE KAL GÜNLERİNDE PSİKOLOJİK DAYANIKLILIĞI
GELİŞTİRMENİN YOLLARI
İnsanlık bir kez daha defalarca geçirmiş olduğu küresel salgın hastalık sorunu ile karşı karşıya……Hepimiz kendi düzenimizin, alışkanlıklarımızın, hayat deneyimlerimizin, kısacası ezberimizin bozulduğu zor günlerden geçiyoruz. Dünya çapında gelişen bu salgın hastalık tehlikesi ile ilk karşılaştığımızda şaşırdık, kabullenmekte zorlandık, panikledik, endişelendik, korktuk, öfkelendik, vs…kısacası travmatize olduk. Kimimiz hemen korku alanına girerek ihtiyacı olmayan şeyleri stoklamaya başladı, örneğin; daha çok Batı ülkelerinde görülen tuvalet kağıdı stoklamak gibi…… kimimiz her söylenenden etkilenmeye, etrafına korku ve öfke yaymaya başladı. Bazılarımız sürekli haberleri ve sosyal medyada paylaşımları takip ettik. Sonra onları durmadan başkaları ile paylaşarak korku yaymaya başladık. Bu arada yaşananlarla baş edebilmek adına kendine zarar veren şeyleri (yemek, sigara, alkol vs…gibi) aşırı tüketenler oldu. Ya da sürekli bu yaşananlara suçlu aramaya, komplo teorileri üretenlere inanmaya ve hatta öfkelenmeye başladı. Bazıları ise bu pandemi durumunu hafife almaya, tehlikenin boyutlarını yok saymaya çalışıp, alınması gereken önemli tedbirleri geç aldı.
Ancak toplumun bir kesimi de bir süre sonra öğrenme ve anlama aşamasına geçebildi. Böylece kontrol edemeyeceği şeyleri bırakmaya yani durumu kabullenmeye yöneldi. Öncelikle kendine zarar veren şeylerle vakit geçirmeyi bıraktılar. Durumun farkındalığı ile bilinçlenmeye başlayanlar duygularını anlamaya, içe dönerek düşünmeye yönelebildi. Artık haberleri iletmeden doğru mu, değil mi diye araştırmaya başladılar. Herkesin aslında elinden geleni yapmaya çalıştığını gördüler. Bu işte hepimizin beraber olması bir çoğumuzu sakinleştirdi.
Ancak içimizden bazıları ise, yeni oluşan bu geçici hayat biçimine çabuk adapte oldu. Geleceğe odaklanırken şimdiki ‘’an’’ da yaşamayı seçti. Başkalarına yardım etme, yeteneklerini ihtiyacı olanlar için kullanma, onların önceliği haline geldi. Bunu başarabilen insanlar kendilerine ve başkalarına empati yapıyorlar. Diğerlerini takdir edip, teşekkür edebiliyorlar. Huzurlu bir ruh halini koruyarak, geleceğe umut ile bakabiliyorlar. Önceliklerini ve değerlerini kendilerine ve diğerlerine en uygun şekilde içlerine yerleştirebiliyorlar. Yani bu durumdan pay çıkartıp, büyümeye ve gelişmeye devam edebiliyorlar. Peki bunlar kim? Hangi özellikleri olan insanlar?
Psikolojik dayanıklılığı olan ve içsel kaynaklarını kullanabilen insanlar.
GELİŞTİRMENİN YOLLARI
İnsanlık bir kez daha defalarca geçirmiş olduğu küresel salgın hastalık sorunu ile karşı karşıya……Hepimiz kendi düzenimizin, alışkanlıklarımızın, hayat deneyimlerimizin, kısacası ezberimizin bozulduğu zor günlerden geçiyoruz. Dünya çapında gelişen bu salgın hastalık tehlikesi ile ilk karşılaştığımızda şaşırdık, kabullenmekte zorlandık, panikledik, endişelendik, korktuk, öfkelendik, vs…kısacası travmatize olduk. Kimimiz hemen korku alanına girerek ihtiyacı olmayan şeyleri stoklamaya başladı, örneğin; daha çok Batı ülkelerinde görülen tuvalet kağıdı stoklamak gibi…… kimimiz her söylenenden etkilenmeye, etrafına korku ve öfke yaymaya başladı. Bazılarımız sürekli haberleri ve sosyal medyada paylaşımları takip ettik. Sonra onları durmadan başkaları ile paylaşarak korku yaymaya başladık. Bu arada yaşananlarla baş edebilmek adına kendine zarar veren şeyleri (yemek, sigara, alkol vs…gibi) aşırı tüketenler oldu. Ya da sürekli bu yaşananlara suçlu aramaya, komplo teorileri üretenlere inanmaya ve hatta öfkelenmeye başladı. Bazıları ise bu pandemi durumunu hafife almaya, tehlikenin boyutlarını yok saymaya çalışıp, alınması gereken önemli tedbirleri geç aldı.
Ancak toplumun bir kesimi de bir süre sonra öğrenme ve anlama aşamasına geçebildi. Böylece kontrol edemeyeceği şeyleri bırakmaya yani durumu kabullenmeye yöneldi. Öncelikle kendine zarar veren şeylerle vakit geçirmeyi bıraktılar. Durumun farkındalığı ile bilinçlenmeye başlayanlar duygularını anlamaya, içe dönerek düşünmeye yönelebildi. Artık haberleri iletmeden doğru mu, değil mi diye araştırmaya başladılar. Herkesin aslında elinden geleni yapmaya çalıştığını gördüler. Bu işte hepimizin beraber olması bir çoğumuzu sakinleştirdi.
Ancak içimizden bazıları ise, yeni oluşan bu geçici hayat biçimine çabuk adapte oldu. Geleceğe odaklanırken şimdiki ‘’an’’ da yaşamayı seçti. Başkalarına yardım etme, yeteneklerini ihtiyacı olanlar için kullanma, onların önceliği haline geldi. Bunu başarabilen insanlar kendilerine ve başkalarına empati yapıyorlar. Diğerlerini takdir edip, teşekkür edebiliyorlar. Huzurlu bir ruh halini koruyarak, geleceğe umut ile bakabiliyorlar. Önceliklerini ve değerlerini kendilerine ve diğerlerine en uygun şekilde içlerine yerleştirebiliyorlar. Yani bu durumdan pay çıkartıp, büyümeye ve gelişmeye devam edebiliyorlar. Peki bunlar kim? Hangi özellikleri olan insanlar?
Psikolojik dayanıklılığı olan ve içsel kaynaklarını kullanabilen insanlar.
Son Dönem Karantina Yorgunluğu
Yeni normale alışmaya çalışırken son dönemde birçoğumuzda uzun sure evde kalmaktan bir yorgunluk ve bıkkınlık oluştu. Bu basit bir yorgunluk değil, daha çok tünelin ucunda ki ışığı göremediğimizden belirsizliğin getirdiği bir içsel yorgunluk. Aslında bütün dünya ile birlikte fark edilen bir kırılma noktası yaşıyoruz.
Mart ayı ortalarında evde kal sloganıyla başlayan ve evlerimize kapanmakla devam eden 2 aylık süreç iniş, çıkışlar ve ne yazık ki çevremizde hasta olan, hatta Covid19 ‘dan ölenleri duyarak geçti. Sosyal medya da evde kalırken yapılabilecek aktiviteleri paylaştık. Nasıl egzersiz yaparız, neleri seyrederiz, ne yemekler pişirebiliriz, hangi müzikleri dinleriz vs…Ama artık yorulduk, sıkıldık, gün ve geceler birbirine karışmaya başladı. Uykular bozuldu sürekli aynı mekanda olmak bunaltıcı geldi.
Yeni normale alışmaya çalışırken son dönemde birçoğumuzda uzun sure evde kalmaktan bir yorgunluk ve bıkkınlık oluştu. Bu basit bir yorgunluk değil, daha çok tünelin ucunda ki ışığı göremediğimizden belirsizliğin getirdiği bir içsel yorgunluk. Aslında bütün dünya ile birlikte fark edilen bir kırılma noktası yaşıyoruz.
Mart ayı ortalarında evde kal sloganıyla başlayan ve evlerimize kapanmakla devam eden 2 aylık süreç iniş, çıkışlar ve ne yazık ki çevremizde hasta olan, hatta Covid19 ‘dan ölenleri duyarak geçti. Sosyal medya da evde kalırken yapılabilecek aktiviteleri paylaştık. Nasıl egzersiz yaparız, neleri seyrederiz, ne yemekler pişirebiliriz, hangi müzikleri dinleriz vs…Ama artık yorulduk, sıkıldık, gün ve geceler birbirine karışmaya başladı. Uykular bozuldu sürekli aynı mekanda olmak bunaltıcı geldi.